Kadınlar, bizim kadınlarımız...
Kurtuluş Savaşı'ndaki "Çılgın Türkler"in birbirlerinden farkı yok. Ancak; anamız, avradımız, bacımız ve de yârimiz olan kadınların o akıl almaz, o çılgınca fedakârlıkları olmasaydı, bu savaş nasıl kazanılırdı? Bu, günümüzde bile kimsenin kolayca cevaplayamayacağı bir soru.
Savaş galipleri arasında çıkar çatışması başlamış, geleceğe dönük planlar müttefikleri yol ayrımına getirmişti. Çukurova, Antep, Urfa ve Maraş'ta "Çılgın Türkler"den umulmayan bir direniş gören Fransa, Ankara hükümeti ile anlaşma yolları aramaya girmiş, Fransız temsilcisi Franklin Bouillon, Ankara yollarına düşmüştü. O günlerde, Türk ordusunun silah ve cephane ihtiyacı İnebolu üzerinden karşılanıyordu. Özellikle İstanbul'da, işgal güçlerinin denetimindeki depolardan çeşitli yollarla kaçırılan silahlar ve cephaneler, küçüklü büyüklü teknelerle İnebolu'ya getiriliyor, buradan da "İstiklal Yolu" üzerinden cepheye götürülüyordu. Hangi araçla mı? Kağnılarla tabii. Başka araç yoktu ki!
"... Genç adam 'uğurlar olsun anam' diye seslendi. Kolbaşı 'Sağ ol oğul' dedi, elindeki sopayla öküzleri dürttü. Kağnılar, tekerlekleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuğu götürüyordu. Kadınlardan biri hamileydi. Yedinci kağnının yanında yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar, bebelerini torbalayıp sırtlarına bağlamışlardı. Konvoyu uğurlayan genç subaylardan birisi 'Ne mübarek kadınlar bunlar' dedi."
Öyleydiler...
Kağnı kamyonu yener mi?
Onlar, Franklin Bouillon'un Ankara yollarında gördüğü konvoylardan yalnızca birisiydi ve Fransız temsilcisi müthiş etkilenmişti. Şerefine verilen akşam yemeğinde, "kağnıcı kadınlar"ı anlata anlata bitiremiyordu. Sofrada geleceğe dair konuşuluyordu. Mustafa Kemal, girdikleri kavgayı kısaca özetledi F. Bouillon'a:
"Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani; siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısaca her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor."
Yemek bitip Mustafa Kemal odadan çıktığında, Bouillon, Birinci Meclis'in Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey'e (Tengirşenk) hayretle sordu:
"Yoksa siz aklınızdan kapitülasyonları kaldırmayı mı geçiriyorsunuz?"
"Evet Mösyö. Milli Mücadele toprak için yapılmıyor. Biz İstiklal için mücadele ediyoruz. Büyük Millet Meclisi kapitülasyonların kalktığını görmeden kılıcını kınına koymaz..."
Fransız diplomat gülmeye başlamıştı:
"Ah dostum! Azminizi ve sabrınızı temsil eden kağnı kollarını büyük bir hayranlıkla izledim. Ama gerçekçi olun ve bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü kağnı kamyonu yenemez!"
Franklin Bouillon, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Savaşı'nın bu kağnıların taşıdığı silah ve cephanelerle kazanılacağını nereden bilebilirdi ki...
"Şu bir liramı al kızım!"
Halide Edip (Adıvar), cepheyi görmek üzere trene bindi. Kompartımanda İstanbul'dan kaçıp gelen, İstanbul'un tanınmış ailelerinden birisinin kızı ile genç bir subay vardı. Sohbet sürerken, Halide Edip, genç subayın dizindeki yamayı eliyle örtmeye çalıştığını fark edince gülümsedi;
"Lütfen dizinizi örtmeye çalışmayın. Utanmayın da. O yama, bizim için İngilizlerin dizbağı nişanından çok daha değerli. Ordumuz, heybetini yoksulluğundan alıyor..."
Kütahya Eskişehir Cephesi'nde ölümüne savaşıldığı günlerde, Ankara Öğretmen Okulu'nun konferans salonunda, kadınlar Halide Edip’i dinlemek için toplanmışlardı. Ön sıralarda sıkma başlı, uzun mantolu, iskarpinli İstanbullular. Arkalarda rengârenk çarşaflı, potinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık Ankaralılar. Halide Edip, çok tutumlu olduklarını duyduğu Ankaralı kadınların orduya yardım etmelerini sağlamak için bir konuşma yapacaktı;
"Bir hafta önce Eskişehir'deydim. Uçakları gördüm. Kanatlar ve gövde, özel keten kumaşla kaplanırmış. Bizimkiler kaput beziyle kaplıyorlar. Özel yapıştırıcı olmadığından kaput bezi, nal mıhı veya zamkla tutturuluyor. Bezin gerginliğini sağlamak için emayit kullanılırmış.
Bizimkiler, bezi kaynatılmış patates kabuğu ve paça suyuna tutkal, kola karıştırarak yaptıkları pelteyle kaplıyorlar. Ve pilotlar, gözlerini bile kırpmadan bu uçaklara binip havalanıyorlar. Kardeşlerim! Sizleri, milletin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul orduya yardıma çağırıyorum!"
Salonda çıt çıkmıyordu. Sonra, Ankaralı kadınlar hareketlendiler, sıraya girdiler. Masanın üstü kısa sürede para, altın bilezik ve yüzüklerle dolmuştu. Tam bu sırada, beyaz başörtülü, gözleri görmediği anlaşılan yaşlı bir kadının seslendiği duyuldu:
"Ne olur bana Halide Hanım'ı bulun!"
Yaşlı hanım, hemen yanına koşan Halide Edip'in yüzünü okşamaya başladı:
"Çamaşırcılık yaparak geçiniyorum kızım. Bunu zor günüm için saklamıştım. Ama sözlerinden anladım ki, ordumuz benden daha zordaymış. Al bunu kızım!"
Görmeyen gözleriyle Halide Edip'e gururla bakan kadının derisi çatlamış avucunda 1 lira vardı. Halide Onbaşı, gözlerinden yaş fışkırırken sarıldı yaşlı hanıma;
"Ah anam ah! Bir kere daha iman ettim. Kurtulacağız..."
İşte onlar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş fedakârlıklarıyla bizim kadınlarımızdı.
"Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!"
Mehmet Akif in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirdeki hu mısra, aslında bu vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden tüm "Mehmetler" için yazılmıştı... En acemisinden yedek subayına, teğmeninden albayına şehit olan tüm Mehmetlerin amacı; Anadolu topraklarını arsızca işgal eden, kadın erkek, çoluk çocuk gözetmeksizin hoyratça davranan düşmanı geldiği yere göndermekti.
15 Mayıs 1919... İzmir limanına demirleyen Yunan savaş gemilerinden karaya asker çıkmaya başlamıştı. İzmir Askerlik Şubesi başkanı Miralay Süleyman Fethi, gelişmeleri makamında endişeyle izliyordu. Sabah evinden ayrılırken, eşi Edibe Hanım, kötü bir şey olacağını hissetmiş gibi, o gün işe gitmemesini söylemiş, ancak Miralay Süleyman Fethi’nin cevabı kısa olmuştu;
"Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem, başka ne zaman gideceğim!"
Edibe Hanım'ın korktuğu başına gelecekti. İzmir'i işgal eden Yunanlılar, Fethi Bey'i savaş esiri olarak tutuklayıp, Pasaport'ta, rıhtım boyunda esir diye getirdikleri başka Türk subaylarının da bulunduğu sıraya kattılar. Özel kıyafetli efzun askerlerinin başındaki Yunan subayı sıradakilere seslendi:
"Kimin önünde durursam, o kollarını iki yanda kaldırıp indirecek ve 'Zito Venizelos!' diye bağıracak. Karşı gelen süngülenecek."
Venizelos, o tarihteki Yunan başbakanı idi. Subay, Türk askerlerinden başbakanı kutsamalarını istiyordu. Bir tek Miralay Süleyman Fethi direndi. Bağırıp duran Yunan subayının karşısında kayadan oyulmuş bir heykel gibi duruyordu. Subay, ummadığı bu direniş karşısında öyle kızmıştı ki, birden elini uzatıp Fethi Bey'in omuzlarındaki apoletlerini sökmek istedi. Fethi Bey, Yunan subayının elini şiddetle itti.
"Onları sen takmadın ki sen sökesin!"
diye bağırdı ve ilk süngü yarasını aldı. Efzun eri, süngüyü onun göğsüne sokmuştu... Yirmi iki kez önünde durdu, isteğini yineledi Yunanlı subay ve yirmi iki kez süngülendi Miralay Süleyman Fethi. Artık ayakta durmaya direnci kalmayan, kendi kanından oluşan gölcüğe yığılıp kalan kahraman asker, İzmir'deki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla kaldırıldığı hastanede, sabaha karşı şehit oldu.
İşgalciler, ertesi gün, tüm İzmir'in katıldığı cenaze törenine müdahale etme cesaretini gösteremediler. İzmir'deki Mevlevi tekkesinin mezarlığına gömüldü. Bu kahraman subay, bugün çok yalın yapılan mezarında, üzerinde kabartma bir kılıç ile bir kalpak resmi yontulu taşın altında, huzur içinde yat
"Bölükten geri Kalan budur komutanım!"
Porsuk Çayı'nın kuzey kıyısındaki bir patikada 40 kişi yürüyordu. Çoğunun ayağı çıplak, bazılarının ayakları çuvalla, çaputlarla sarılıydı. Aralarındaki yaralılara arkadaşları destek olmaya çalışıyorlardı. Bunlar,10-25 Temmuz 1921 arasındaki Kütahya-Eskişehir savaşlarında yarılan cepheden kopan askerlerdi. Düşe kalka, dövüşe dövüşe birliklerini bulmak için cephe gerisine ulaşmaya çalışıyorlardı.
Aniden ortaya çıkan bir süvari birliği, grubu çevirdi. Asker kaçaklarının peşinde olan süvari yüzbaşısının sesi çok sertti:
"Hangi birliktensiniz?"
"4. tümen, 55. Alay, 3. Tabur 1. Bölük'teniz komutanım."
"Bölüğün geri kalanı nerede?"
"Geri kalan biziz komutanım!"
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Alayımızı aramaya gidiyoruz."
Yüzbaşı sevindi. Bunlar, silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi:
"Şu tepenin ardında suyu bol küçük bir köy var. Orada dinlenin. Sonra doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın. Ama birliği köye bu haliyle sokma. Halkı üzmeyin. Anladın mı asker?"
"Evet komutanım. Köye belimiz kırılmamış" gibi gireceğiz. Baş üstüne!"
Süvariler dörtnala uzaklaşırken çavuş birliğe döndü:
"Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya girin, çabuk olun, çabuuuk. Hazır ol! Arş!"
Perişan Mehmetçikler ayaklarını sürüyerek yürümeye koyuldular. Çavuş birden dellendi;
"Bu ne biçim yürüyüş? Başınızı kaldırın, canlı yürüyün. Haydi hep beraber...
Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti, Allaha ısmarladı..."
Çavuşun başlattığı, yavaş yavaş tüm Mehmetçiklerin katıldığı bir marş yükselmeye başladı bozkırın ortasında. Sanki çıplak ayaklı, yaralı ve bir muharebeyi kaybetmiş olanlar onlar değildi. Çınarlı köyüne sefil ve bitkin görünüşlerine hiç uymayan bir çalımla girdiler. Süvari yüzbaşısının gözü arkada kalmayacaktı...
Cepheyi tuttular değil mi?
Kurtuluş Savaşı'nın kırılma noktalarından biri, Kütahya-Eskişehir muharebeleriydi. 14 Temmuz 1921 günü Yunanlılar 180 top ve 40.000 kişiyle yüklendiler Türk hatlarına. Karşı koymaya çalışan kuvvet ise, 113 top ve parça parça cepheye ulaştırılmaya çalışılan 30.000 askerdi. Türk ordusu zamanla yarışıyordu. Her iki ordu da kazanmak için tüm gücüyle savaşıyordu. Süngü hücumları arka arkaya tazeleniyordu. Öyle ki, bir tepe bir saat içinde tam 11 kez el değiştirmişti.
4. Tümen komutanı Yarbay Nazım, başta Mustafa Kemal olmak üzere hem tüm komutanların, hem de emrindeki askerlerin gözbebeğiydi. Mehmetçik, onun bir emriyle gözünü bile kırpmadan çıkıyordu siperlerden. 4. Tümen, Yunanlıları durdurmak için en güvenilen birlikti ve komutanlar Yarbay Nazım'dan çok şey bekliyorlardı.
15 Temmuz sabahı gün doğarken, Yarbay Nazım ve karargâh subayları atlanıp Yumurçal mevzilerini denetlemeye çıktılar. Az ileride bir tepe vardı ve tepede Türk ordusundan kimse yoktu. Yunanlılar bu tepeyi ele geçirirlerse cephenin yarılması kaçınılmazdı. At inildi, komutan ve karargâhı tepeye doğru yürürken Yarbay Nazım, süvari takım komutanına emir veriyordu:
"Takımınla hemen tepeyi tut. Düşman taarruz ederse, alaydan birlik yetişene kadar ne pahasına olursa olsun tepeyi tut. Şimdi ben..."
Bitiremedi cümlesini. Sabaha karşı gelip tepeye mevzilenen Yunanlıların açtığı makineli tüfek ateşi biçti bu çok sevilen komutanı ve karargâh subaylarını. Emir çavuşu Eyüp, göğsünün sol tarafındaki kan lekesi giderek artan komutanını kucaklayıp at bindi ve cephe gerisine götürmeye başladı. Yarbay Nazım'ın ünlü beyaz atı dörtnala peşlerinden geliyordu.
Eskişehir hastanesi... Çok hafif soluk alan komutanın başında Eyüp Çavuş ve subaylar bekleşiyordu ümitle. Yarbay Nazım fısıldadı:
"Tepeyi tuttular değil mi?"
"Tuttular komutanım..."
"Arkadaşlar iyi mi?"
''Hepsi iyi. Çok iyiler komutanım."
"Asıl siz iyi olun, iyi dayanın çocuğum..."
Başı Eyüp Çavuş'un dizine dayalı yatan Nazım Bey'in son sözleriydi bunlar...
Çankaya'daki çalışma odasının kapısı usulca aralandı, Fikriye Hanım bir hayalet gibi içeri süzüldü. Masadaki haritanın üzerinden başını kaldıran Mustafa Kemal, genç kadına sorgulayan gözlerle baktı.
Kötü haber tez ulaşmıştı. Salih Bey (Bozok) söylemeye cesaret edemiyordu. Başı öne eğikti. Mustafa Kemal
"Ne var? Ne oldu?" diye sordu. Yılgın bir sesle
"Fevzi Paşa telefon etti. 4. Tümen karargâh kadrosu felakete uğramış!" diye cevapladı.
"Ne demek o?"
"Kurmay başkanı Binbaşı Şerafettin yaralı olarak esir düşmüş. Çoğu da şehit olmuş efendim!"
"Nazım?"
Salih Bozok ağlamaya başladı. Mustafa Kemal donup kalmıştı. Yarbay Nazım, çok sevdiği, çok kıymetli bir komutanıydı.
"Gel biraz yürüyelim Salih!"
dedi... Ölümü çok yakından tanıyan iki subay, ağaçların altında yürümeye başladılar. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu...
“Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir!"
20. yüzyıla girerken Fransa'nın en etkili gazetelerinden "Le Temps"in ünlü bir çalışanı vardı: Georges Gaulis. 1896'da eşi Berthe ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu konusunda en iyi, en tarafsız haberleri yapan gazeteci olarak tanınıyordu.
1912'deki Balkan Savaşı'nı da izleyen Gaulis, yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü ve Feriköy'deki Katolik Mezarlığı'na gömüldü. Nöbeti, Türk dostlarının Berta diye çağırdıkları, karısı Berthe devraldı.
Berthe Georges Gaulis, Birinci Dünya Savaşı'nda zorunlu olarak İstanbul'dan ayrılmıştı. Berthe, Kurtuluş Savaşı'nın başladığı günlerde, 21 Eylül 1919'da, çok sevdiği İstanbul'a tekrar geldi. Fransa'ya döner dönmez yazdığı kitapta, o günlerin Türkiye'sini ve Kurtuluş Savaşı'nı anlattı:
"1921 Nisanı, Türklerin geri aldıkları Bilecik, bir felaket ve acılar diyarı. Koku dayanılmayacak kadar fazla. Henüz dumanı tüten bu taş yığınları altında, kim bilir ne kadar insan cesedi gömülü. Buradaki tahribatın büyüklüğü korkunç. Bilecik ve Küplü'de büyük facialar olmuş. Buraların ahalisinden sağ kalanlar, büyük bir bunalım ve heyecan içinde. Tecavüze uğramamış genç bir kız veya kadın kalmamış. Bilecik dünden kalma bir Pompei adeta. Her yer kül, is ve kurum içinde... Sık sık dinamitin tahribatını gösteren taş yığınlarına rastlıyoruz. Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı.
Yapılan toptan imha işleminden her şehir ve kasaba payına düşeni almış. Bazen bir bahçe, çiçek açmış birkaç ağaç, bir meydan, bir çeşme, yapılanları hatırlatmaya yetiyor. Saatlerce bu harabeleri gezdik.
Her Yunan taarruzu, Anadolu halkına çok acı bir ders olmuş. Düşmanın yaptıkları karşısında vatanseverlik duyguları uyanarak şahlanmış, 'Ölürsem hiç olmazsa ailem ve vatandaşlarım İçin öleyim' diyerek mücadeleye katılmışlar. Bu günlerde, İnegöl'deki Türkler kasabalarına gelen Yunan askerlerine baltalarla karşı koymuşlar ve onlar da çareyi kaçmakta bulmuşlar..."
Berthe Gaulis, kitabının önsözünde de şunları yazmıştı;
"Ankara'dan 10 Mayıs 1921 'de, Türk milliyetçiliği konusundaki bu kısa incelememin basımevini boyladığı sıralarda ayrıldım. 1921 yılının Ağustos ayı sonlarında, Anadolu'daki savaş en sert ve acımasız bir biçimde sürüyordu. .. Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir. Çünkü o hareket yüksek bir ideale dayanıyor; çünkü bu hareketi yönetenler kendi şahsî çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman var..."
“Hadi bre çorbacı, karavanaya yetişelim!"
İşgalcilerden İnsanlık dışı, askerlik dışı bu kadar baskı gören Anadolu çocuğu, yine efendiliğini bozmamış, bir "Çılgın Türk" olarak onurlu davranmayı elden bırakmamıştı.
Halide Edip, Ruşen Eşref Onaydın ve Binbaşı Kemal, Adala'ya (Manisa'da bir ilçe) yetişmeye çalışıyorlardı. Altı ayda bile geçilemez denilen Yunan hatları yarılmıştı. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanılmış, Yunan ordusunun büyük bölümü imha edilmiş, başta Trikopis, çok sayıda komutan, subay ve asker esir alınmıştı. Binbaşı Kemal şoföre bağırdı:
"Dur!"
Binbaşının dikkatini, esir bir Yunan subayını cephe gerisine götüren asker çekmişti. Mehmetçik yayan, esir subay eşek üzerinde gidiyorlardı. Mehmetçik Binbaşı Kemal'i selamlarken, Yunanlı subay eşekten inmişti.
"Kim bu?"
"Esir komutanım!"
"Nereye götürüyorsun?"
"Geriye. Alay karargâhına!"
"Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün!"
"Hiç olur mu komutanım? O şimdi ocağından kopmuş bir gurbet adamı. Misafir ve bana emanet."
Binbaşı, titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak şoföre bağırırken gözlerinden yaşlar akıyordu:
"Yürü oğlum, gidelim."
Araba uzaklaşana kadar selam duran Mehmetçik, Yunan subayına eşeğe binmesi için işaret ederken söyleniyordu:
"Hadi bre çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma."
Ölümün, gencecik insanları hiç duraksamadan verdiği bir emirle ölüme göndermenin ne olduğunu, onun gibi hiç kimse bilemezdi. Yıllar önce, bir ağustos sabahı gün doğmak üzereydi. "O", siperler boyunca yürürken, son emrini verdi:
"Elimdeki kırbaca bakın. Kırbacı kaldırdığımda hazır olun. Kırbacı aşağı indirdiğimde hücuma kalkılacak. Asker! Sana ölmeyi emrediyorum!"
Kırbaç kalktı, kırbaç indi... Mehmetçik süngü hücumuna kalktı. Artık tek bir ses duyuluyordu... Allah, Allah,,.
9-10 Ağustos 1915 sabahında gün atmadan süngü hücumuna kalkan Mehmetçik, Anafartalar'da düşmanı bitirmişti. Mehmetçik'ten ölmesini isteyen komutan, Anafartalar Grup Komutanlığı'na 67 saat önce atanan Yarbay Mustafa Kemal'di.
Arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, generaldi Mustafa Kemal. Sonra üniformasını çıkardı. Yıllardır savaşan, gencecik evlatlarını şehit veren; yorgun, bitkin, yılgın ve ümitsiz, ama sonsuz dirençli insanların yaşadığı topraklarda, Anadolu topraklarında, kimsenin kolay kolay göze alamayacağı bir kalkışmayı başlattı. Tek güvencesi, çöken imparatorluğun tüm kahrını çekmesine karşılık, pek de kıymeti bilinmeyen Anadolu insanıydı. Askere yolcu ettiği son oğlunu birliğine teslim ederken;
"Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi oğul. Vatan sağ olsun da hepimiz ölelim ne çıkar?"
diyen Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin'in anası gibi insanlardı güvendiği.
Bandırma Vapuru'ndan Samsun'a ayak basan ilk 18 kişiyle başlayan "Tam Bağımsız Anadolu" hareketine, zaman içinde tüm Anadolu halkı katıldı. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle ve yorgunluklarım, yılgınlıklarını, bıkkınlıklarını, ümitsizlerini artlarında bırakarak kavgaya girdiler.
"Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için,
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.”
Mustafa Kemal, Samsun'a gitmeden önce, Bekir Ağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan Fethi Bey'i görmeye gittiğinde, '"Ne biz bu durumda kalacağız, ne de ülkeyi bu durumda bırakacağız." derken, işte bu "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlara” güvenmişti.
Anadolu'nun bağımsızlığı kavgasına girenlerden bazılarının yolları, sonraki yıllarda Mustafa Kemal'le ayrılmış bile olsa, onlar "Çılgın Türkler"di. Çılgın olmasalar, boyunlarında idam fermanı varken, hangi akla hizmet bir ulusun kurtuluş kavgasını başlatabilirlerdi?
"Kuvva-i Millîye adı altında çıkarttıkları karışıklık"
24 Mayıs 1920 tarihinde, Padişah Vahdettİn'in onayladığı, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın imzaladığı bir İradei Seniyye (Padişah Buyruğu) yayınlandı:
"Kuvva-i Milliye adı altında çıkarttıkları karışıklık ve Anayasa'ya aykın olarak halktan para toplamak, askere almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek kentleri yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların düzenleyicisi ve kışkırtıcısı oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişi i ği'nden uzaklaştırılıp askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski 27. Fırka komutanı emekli Miralay Kara Vasıf Bey, eski 20. Kolordu komutanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile eski Washington elçisi ve Ankara milletvekili Salacaktı Alfred Rüstem ve eski sağlık müdürü İstanbullu Dr. Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım'ın; açıklaması 11 Mayıs 1920 tarih ve 20 sayılı hüküm tutanağında yazılı olduğu üzere; Mülkiye Ceza Yasası'nın 45. maddesinin 1. fıkrasının yollamasıyla, 55. maddenin 4. fıkrası ve 56. maddesi uyarınca sahip oldukları askeri ve sivil rütbe ve nişanlarla her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, bu durumda kaçak bulunmaları nedeniyle mallarına el konulmasına dair İstanbul Birinci Sıkıyönetim Savaş Divanı'nca arkasında verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde yeniden yargılanmak koşuluyla onaylanmıştır. Bu buyruğu yürütmeye Savaş Bakanı görevlidir."
Ve bir şafak vakti...
Kimisinin boynunda idam fermanı vardı? kimisinin ayağı çıplaktı. Kimisi yorganı bebesinin değil top mermilerinin üzerine örtmüştü, kimisi son nefesinde "Ölene kadar cepheyi tutun" emri vermişti. Anadolu'nun bahtı Onlar,
“bir şafak vakti karanlığın kenarından
ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman..."
değişti. "O" ve bize bugünleri veren tüm "Çılgın Türkler"i yüreğimizden gelen saygı ve sevgiyle anıyoruz. İyi ki çılgındılar...
Kurtuluş Savaşı'na giden dikenli yollarda
Gözlüğünün arkasından gülen gözlerle bakıyordu. Ancak, iş "Çılgın Türkler"e geldiğinde değişiyordu bakışları Turgut Özakman'ın. Bir başka parlıyordu o gözler ve bir başka tonla cevaplıyordu sorularımızı. Tutkuluydu "Çılgın Türkler"e, heyecanlanıyordu anlatırken ve nasıl bir hayranlık duyduğu sesine yanşıyordu. Biz Focus ekibi için, çok güzel bir sohbetti.
-1919'da Samsun'dan yola çıkanlar, bağımsızlık yolunda ilerlerken çok engelle karşılaştılar. Neydi bu engeller?
"Vatan kavgası görmemiş ki Anadolu halkı, hele hele Ege! İşgal nedir bilmiyor ki... Fazla bir kötülük görmüyorsa, bir dostluk dahi kurabiliyor. İster istemez kaçınılmaz bir birliktelik olabiliyor. Korkutucu olan o değil. Yunan ordusuyla işbirliği yapan var. Yunan ordusu çekilirken milliyetçilerle birlikte olmamak için onların peşine takılıp Yunanistan'a kaçan birçok insanımız var. Yunanlılara kılavuzluk yapan Müslüman Türkler var. Bunun oranı o zamana göre korkutucu değil, ama mide bulandırıyor tabii...
Adam millet, vatan eğitimi almamış. Bilinçli değil. 600 yıl kulu olduğu padişah var savaşmasını istemeyen. Ankaralı Mustafa Kemal'in askerlerine karşı durmanızı İstiyorsa ve şeyhülislam bunların öldürülmeleri için fetva veriyorsa... Bu uğurda ölenlerin şehit, yaralananların gazi olacağı söyleniyorsa, İngiliz altını dağıtılıyorsa, yani cahillik sömürülüyorsa, bu insanlar isyan ederler. Bolu, Yozgat, Konya isyanları... Bir avuç insan. Ama, o zaman biz o kadar güçsüzüz, askerimiz o kadar az ki! Günler, aylar sürüyor bazılarını ortadan kaldırmak. Olay o!"
Bir gerçeğe daha dikkat çekiyor Özakman:
"Zaman içinde de olsa, kadını erkeği, genci ihtiyarı el vermeseydi, 150 bin kişilik bir ordu nasıl kazanırdı savaşı? 150 bin kişilik orduyu, en az 150 binlik ikmal ordusu destekler. 300 bin kişi eder. Bu sadece Batı Cephesi'nde. Bunun doğusu, kuzeyi, güneyi var. Bu da 400 bin kişi demek. Halk desteklemiyorsa, 400 bin kişilik bir ordu kurulamaz. Bu yüzden, halk başlangıçta karşısında olmasa bile, yanında da değildi. Doğal bu. Korku! Erkek kalmamış! Askerleri şehit olmuş orada kalmış; sağ kalanı ya eşkıya olmuş dağa çıkmış, ya da henüz esir, geri dönmemiş... Ne beklenebilir ki?"
Anadolu insanına dil uzatanlara, bilmeden konuşanlara çok kızgın Turgut Özakman:
"Yunan gelmiş İzmir'e çıkmış, binlerce insanı öldürmüş. Sakarya'nın kenarındaki çaresiz, elektriksiz, yolsuz, öğretmensiz köy bunu duymamıştır bile. Onun için Türk halkına yöneltilen benzer birtakım iddiaları okuduğum zaman içim cız ediyor. Yanİ Yunanlı İzmir'e çıktığı gün Anadolu ayaklanacak, herkes silahlanacak... Yahu zaten o gün biterdi iş. Yani böyle bir millet var mı? Fransızlar İkinci Dünya Savaşı'nda Paris elden gittikten sonra, yavaş yavaş düşünmeye başladılar karşı koymak için. Yunan İzmir'e çıktıktan sonra, Denizli müftüsü, 'Size fetva veriyorum. Silahı olmayan hiç olmazsa yerden üç taş alıp düşmana atsın!' diyor"
Ulusal bilincin bir başka fikir adamı, sair, edebiyatçı, gazeteci ve senarist Attila İlhan’ın cenaze töreninin ardından oturmuştuk Turgut Özakman ile sohbete. Atilla İlhan 'dan esinlendik ve sorduk "Hangi batı?" diye:
"Batının bize dönük, tüm dünyaya dönük bilim ve sanatla ilgili temiz bir yüzü var. Bir de sömürgeci, emperyalist, kandırıcı, pis bir yüzü var. Yalnız güzel yüzüne mağlup olup da, pis yüzünü hazmetmemize imkân yok. Türkiye, batının bu pis yüzünü çok yakından gördü. Ya kendi yaptı bu pisliği ya da birilerini paralı asker olarak tuttu, onlara yaptırdı. Onun için biz, emperyalizmin ne olduğunu bilmeyenlere ders verebilecek bir ülkeyiz. Ama Türkiye'de de ne yazık ki emperyalizm, bir sol terimdir diye söylenmez oldu."
Kaynak : Focus Aralık 2005 sayısından alınmıştır. Bazı resimler yazıya eklenmiştir.
Saturday, November 28, 2009
Saturday, October 10, 2009
Thousands take trek to Lone Pine
April 25, 2009
The ill-fated Gallipoli campaign Australian soldiers fought during World War I symbolises the spirit of the Australian people, and is a continuing inspiration for the nation's future, crowds attending Anzac Day ceremonies in Turkey have been told.
More than 8,000 Australians died during the disastrous eight-month campaign 94 years ago.
Speaking at Gallipoli's Anzac Cove and Lone Pine Cemetery, Foreign Affairs Minister Stephen Smith referred to the "bitterly mixed emotions" Australians immediately felt when they visited the location.
"It symbolises the realities of the suffering and the tragic loss, but also the enduring inspiration that lies at the heart of the Anzac story," he said at Lone Pine.
Thousands of Australians, New Zealanders and Turks attended both ceremonies.
Wreaths were laid by Mr Smith, New Zealand's Governor-General Sir Anand Satyanand, and representatives from the Turkish, British, Canadian, French, and other governments.
As well as paying tribute to Australian and New Zealand soldiers who fought at Gallipoli, Mr Smith spoke highly of Turkish soldiers who repelled their advance.
"Over the years, Australians have come to learn much of the courage and sacrifice of the Turkish soldiers, often less well equipped than our own, who died defending their homeland," he said at Anzac Cove.
Most of those who attended the Anzac Cove dawn service joined a stoic, three kilometre march to the Lone Pine Cemetery ceremony.
More than 2,000 Australian soldiers and 7,000 Turkish soldiers were killed or wounded in a battle which raged there from August 6 to August 10, 1915.
Peter Doyle, Australia's Ambassador to Turkey, said "a unique relationship" was born from the battle.
"Here Australians and Turks suffered and died together," he said.
"From their deaths a unique relationship was born.
"During the suffering and destruction of war, our soldiers developed a respect for their Turkish adversaries as soldiers and men.
"That respect turned to firm friendship after the war."
An extract from the ode, For the Fallen, was read by Lance Corporal Adrian Allen, at Lone Pine, followed by a bugler playing the Last Post and a one minute silence.
The ceremony was concluded with the Turkish and Australian national anthems.
Lone Pine cemetery was named after a solitary Turkish pine that stood on the battlefield at the start of the fighting.
Seven Australian soldiers who fought in the battle were awarded the Victoria Cross.
© 2009
http://news.theage.com.au/breaking-news-national/thousands-take-trek-to-lone-pine-20090425-aij1.html
April 25, 2009
The ill-fated Gallipoli campaign Australian soldiers fought during World War I symbolises the spirit of the Australian people, and is a continuing inspiration for the nation's future, crowds attending Anzac Day ceremonies in Turkey have been told.
More than 8,000 Australians died during the disastrous eight-month campaign 94 years ago.
Speaking at Gallipoli's Anzac Cove and Lone Pine Cemetery, Foreign Affairs Minister Stephen Smith referred to the "bitterly mixed emotions" Australians immediately felt when they visited the location.
"It symbolises the realities of the suffering and the tragic loss, but also the enduring inspiration that lies at the heart of the Anzac story," he said at Lone Pine.
Thousands of Australians, New Zealanders and Turks attended both ceremonies.
Wreaths were laid by Mr Smith, New Zealand's Governor-General Sir Anand Satyanand, and representatives from the Turkish, British, Canadian, French, and other governments.
As well as paying tribute to Australian and New Zealand soldiers who fought at Gallipoli, Mr Smith spoke highly of Turkish soldiers who repelled their advance.
"Over the years, Australians have come to learn much of the courage and sacrifice of the Turkish soldiers, often less well equipped than our own, who died defending their homeland," he said at Anzac Cove.
Most of those who attended the Anzac Cove dawn service joined a stoic, three kilometre march to the Lone Pine Cemetery ceremony.
More than 2,000 Australian soldiers and 7,000 Turkish soldiers were killed or wounded in a battle which raged there from August 6 to August 10, 1915.
Peter Doyle, Australia's Ambassador to Turkey, said "a unique relationship" was born from the battle.
"Here Australians and Turks suffered and died together," he said.
"From their deaths a unique relationship was born.
"During the suffering and destruction of war, our soldiers developed a respect for their Turkish adversaries as soldiers and men.
"That respect turned to firm friendship after the war."
An extract from the ode, For the Fallen, was read by Lance Corporal Adrian Allen, at Lone Pine, followed by a bugler playing the Last Post and a one minute silence.
The ceremony was concluded with the Turkish and Australian national anthems.
Lone Pine cemetery was named after a solitary Turkish pine that stood on the battlefield at the start of the fighting.
Seven Australian soldiers who fought in the battle were awarded the Victoria Cross.
© 2009
http://news.theage.com.au/breaking-news-national/thousands-take-trek-to-lone-pine-20090425-aij1.html
Wednesday, October 7, 2009
Gyula Germanus (1884-1980)
Çanakkale savaşları sırasında Macar Oryantalist yazar Gyula Germanus, Macar Kızılay Görevlisi sıfatı ile Macaristan’dan Türkiye’ye gönderilen malzemenin nakliyesinden sorumlu bir irtibat subayı olarak görev almıştır. Macaristan’da geçen meraklı bir çocukluk ve ilk gençlik çağından sonra, Germanus’un İstanbul ve Osmanlı topraklarına, oradan birçok Arap ülkesi ve Hindistan’a kadar uzanan hayatıyla ilgili anıları “Tények és Tanúk, Germanus Gyula Kelet Varázsa” adlı kitapta toplanmıştır.
“…Yük vagonunda tifüs ve kolera serumu vardı. Fakat diğer tehlikeli kimyasal maddeleri de içeriyordu. Kimbilir belki Çanakkale boğazının kaderi bu vagonda gizliydi… Yolcular savaş hadiselerini konuşurlarken tren engelsiz olarak ülke boyunca yıldırım hızıyla gitti… Ertesi sabah Romanya sınırına Predeal’e geldik. Romanya o zamanlar savaş ve barış arasında bocalıyordu. Sırbistan yolu kapalıydı. İstanbul’a sadece Bükreş ve Bulgaristan üzerinden yolcu ulaşabilirdi. Predeal’de Romen görevliler istasyonda bizi karşıladılar. Evraklarıma şüphe ile baktılar. Bir Kızılay görevlisine Türk subayının eşlik etmesi niye gerekliydi? Şüphelendiklerini ve kargoyu daha ileriye göndermeyeceklerini hissettim…
…Nitrogliserinden şüphelendiler. Boşuna elçimizi öne sürdüm. Nuh deyip peygamber demediler. Macar olmama rağmen Türkçe bilmeme şaşırdılar. Garda yaz sıcağı vardı. Fakat kış olsaydı, o zaman da içimdeki telaş kızışırdı. Tartışmak, ikna etmek, konuşmak imkansızdı. Burada sadece uluorta davranış yardım edebilirdi.
Bu dakikada acımsı bir tebessüm yüzüme yerleşti. Okul yıllarım aklıma geldi. İyi öğrenci değildim, fakat bazı belirli konular aklımda kalmıştı. Nitrogliserin en güçlü patlayan sıvılar, fakat şayet açık havada yanıyorsa, mavimtrak alevle yanar... kendileri bana, evraklarıma inanmıyorlar işte inansınlar olaylara!Rasgele bir şişeyi arasından aldım, ondan bir bardağa koydum ve kibriti çıkardım. Ya gerçekten nitrogliserin ise? Ah sevgili kimya öğretmenim! Şayet iyi anladımsa sözlerini güleceğim, fakat anlamadımsa !... Düşünmek bile korkunç… Bükreş havaya uçacak!–Ne faites pas! (Dokunmayın!) diye bağırdı komisyon başkanı. Ve elimi kavradı. Biz sadece görevimizi yerine getiriyoruz, aslında katiyen kuşkulanmıyoruz. Defolun ,götürün bu ilacı hasta Türklere!... Belgeleri koydu tokalaştık ve komisyon ayrıldı, ben beti benzi atmış bir şekilde açılmış şişeyi geri koydum, vagonu kapattılar. Ömer ve ben halâ titreyerek şehre dinlenmeye gittik…”
Tamamı ektedir.
Saygılarımla,
KAAN
Çanakkale savaşları sırasında Macar Oryantalist yazar Gyula Germanus, Macar Kızılay Görevlisi sıfatı ile Macaristan’dan Türkiye’ye gönderilen malzemenin nakliyesinden sorumlu bir irtibat subayı olarak görev almıştır. Macaristan’da geçen meraklı bir çocukluk ve ilk gençlik çağından sonra, Germanus’un İstanbul ve Osmanlı topraklarına, oradan birçok Arap ülkesi ve Hindistan’a kadar uzanan hayatıyla ilgili anıları “Tények és Tanúk, Germanus Gyula Kelet Varázsa” adlı kitapta toplanmıştır.
“…Yük vagonunda tifüs ve kolera serumu vardı. Fakat diğer tehlikeli kimyasal maddeleri de içeriyordu. Kimbilir belki Çanakkale boğazının kaderi bu vagonda gizliydi… Yolcular savaş hadiselerini konuşurlarken tren engelsiz olarak ülke boyunca yıldırım hızıyla gitti… Ertesi sabah Romanya sınırına Predeal’e geldik. Romanya o zamanlar savaş ve barış arasında bocalıyordu. Sırbistan yolu kapalıydı. İstanbul’a sadece Bükreş ve Bulgaristan üzerinden yolcu ulaşabilirdi. Predeal’de Romen görevliler istasyonda bizi karşıladılar. Evraklarıma şüphe ile baktılar. Bir Kızılay görevlisine Türk subayının eşlik etmesi niye gerekliydi? Şüphelendiklerini ve kargoyu daha ileriye göndermeyeceklerini hissettim…
…Nitrogliserinden şüphelendiler. Boşuna elçimizi öne sürdüm. Nuh deyip peygamber demediler. Macar olmama rağmen Türkçe bilmeme şaşırdılar. Garda yaz sıcağı vardı. Fakat kış olsaydı, o zaman da içimdeki telaş kızışırdı. Tartışmak, ikna etmek, konuşmak imkansızdı. Burada sadece uluorta davranış yardım edebilirdi.
Bu dakikada acımsı bir tebessüm yüzüme yerleşti. Okul yıllarım aklıma geldi. İyi öğrenci değildim, fakat bazı belirli konular aklımda kalmıştı. Nitrogliserin en güçlü patlayan sıvılar, fakat şayet açık havada yanıyorsa, mavimtrak alevle yanar... kendileri bana, evraklarıma inanmıyorlar işte inansınlar olaylara!Rasgele bir şişeyi arasından aldım, ondan bir bardağa koydum ve kibriti çıkardım. Ya gerçekten nitrogliserin ise? Ah sevgili kimya öğretmenim! Şayet iyi anladımsa sözlerini güleceğim, fakat anlamadımsa !... Düşünmek bile korkunç… Bükreş havaya uçacak!–Ne faites pas! (Dokunmayın!) diye bağırdı komisyon başkanı. Ve elimi kavradı. Biz sadece görevimizi yerine getiriyoruz, aslında katiyen kuşkulanmıyoruz. Defolun ,götürün bu ilacı hasta Türklere!... Belgeleri koydu tokalaştık ve komisyon ayrıldı, ben beti benzi atmış bir şekilde açılmış şişeyi geri koydum, vagonu kapattılar. Ömer ve ben halâ titreyerek şehre dinlenmeye gittik…”
Tamamı ektedir.
Saygılarımla,
KAAN
Monday, March 23, 2009
İlhan ULUKÖSE
Bundan tam 94 yıl önce İtilaf Devletlerinin 18 savaş gemisi Çanakkale boğazındaki Türk savunmasını yırtıp geçmek için mevzilerimize açıkları yoğun topçu ateşiyle birlikte atağa kalktılar.
«İlk ateşi TRIUMPH zırhlısı, Çanakkale'ye 12 Km. mesafedeyken saat 11.15'te açtı. Savunma planımıza göre, gemiler topçularımızın ateş menziline girinceye kadar pusuda bekleyecek ve baskın tarzında ateş açılacaktı.
Nitekim böyle yapıldı.
Düşman; yaklaştıkça, topçularımızın giderek yoğunlaşan isabetli atışlarıyla karşılaşıyordu.
Saat 12.00'ye geldiğinde orta kesimdeki 3 tabyamız ağır hasar almış, ama ayakta kalan diğer topçularımızın hedefini şaşmayan mermileri AGAMENNON zırhlısının çelik yeleğini parçalamış, INFLEXIBLE zırhlısının komuta köprüsü uçurulmuş ve bu arada düşman donanması Çanakkale'ye 7 Km. kadar sokulmayı başarmıştı.
Savaşın en şiddetli anları yaşanıyordu. Türk topçuları Boğazı cehenneme çeviriyor, düşman zırhlıları da kıyı şeridindeki mevzilerimizi hallaç pamuğu gibi atıyor, kıran kırana bir savaş oluyordu.
Bu sırada Fransız GAULOIS zırhlısı aldığı ağır yaralarla saf dışı kalmış, BOUVET zırhlısı yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere geriye kaçarken, bir gece önce Dz. Yzb. Hakkı'nın NUSRET mayın gemisiyle boğaza döşediği mayınlara çarparak 639 personeli ile birlikte karanlık limanın sularına gömülerek kayboluyordu.
BOUVET'in imdadına koşan SUFFREN ve GAULOIS da aynı akıbete uğruyordu.
Saat 15.00'te IRRESISTIBLE ve onu takiben 16.00'da INFLEXIBLE ve 10 dakika sonra OCEAN zırhlıları, tam ileri atılacaklarken onların da ayakları Yzb. Hakkı'nın tuzağına takılarak batarken, INFLEXIBLE güçlükle kurtularak römorkör yedeğinde İmroz'a dönüyordu.
Böylece 6 saatte 3 büyük zırhlısını kaybeden, bir bu kadarı da ağır hasara uğrayan gemilerini acıyla seyreden Amiral De ROBECK, kalanları kurtarabilme telaşıyla saat 17.30'da boynu bükük çekilme emri veriyordu.» (1)
«Çanakkale Zaferini, büyük Türk Ulusuna, Atatürk gibi dahi bir lider hediye etmiştir.
Türk bağımsızlık savaşının temelleri, Çanakkale'nin sularında, Conkbayırı'nda ve Anafartalar'da atılmış, bu zaferler Türk Kurtuluş Savaşına maya çalmıştır.
Türk Ulusu; İstanbul'u kurtaran Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşayı Çanakkale'den tanımış; 19 Mayıs 1919'da O, Samsun'a çıktığı gün Suriye ve Filistin cephelerinden terhis olarak Anadolu'ya dönen Türk halkı, «bu benim kahraman komutanımdı» diyerek O'nun etrafında kenetlenip İstiklal Savaşı'na katılmıştır.» (2)
Bu tarihi yıldönümünde Çanakkale'de, İnönü'de, Sakarya'da; şairin dediği gibi «Bir gül bahçesine girercesine bu kara toprağa giren» kahraman şehitlerimiz saygı ve rahmetle anıyoruz.
Bu arada dış güçlerle el ele hareket eden ve ordumuza dil uzatıp karalamak isteyenleri de şiddetle ve nefretle kınıyoruz.
( 1) Em. Tümgeneral Turhan Olcaytu, Ev ve Sınıf Etkinlikleri Antolojisi
(2) Aynı eser.
http://www.heddam.com/index.asp?M=5226#Icerik
Bundan tam 94 yıl önce İtilaf Devletlerinin 18 savaş gemisi Çanakkale boğazındaki Türk savunmasını yırtıp geçmek için mevzilerimize açıkları yoğun topçu ateşiyle birlikte atağa kalktılar.
«İlk ateşi TRIUMPH zırhlısı, Çanakkale'ye 12 Km. mesafedeyken saat 11.15'te açtı. Savunma planımıza göre, gemiler topçularımızın ateş menziline girinceye kadar pusuda bekleyecek ve baskın tarzında ateş açılacaktı.
Nitekim böyle yapıldı.
Düşman; yaklaştıkça, topçularımızın giderek yoğunlaşan isabetli atışlarıyla karşılaşıyordu.
Saat 12.00'ye geldiğinde orta kesimdeki 3 tabyamız ağır hasar almış, ama ayakta kalan diğer topçularımızın hedefini şaşmayan mermileri AGAMENNON zırhlısının çelik yeleğini parçalamış, INFLEXIBLE zırhlısının komuta köprüsü uçurulmuş ve bu arada düşman donanması Çanakkale'ye 7 Km. kadar sokulmayı başarmıştı.
Savaşın en şiddetli anları yaşanıyordu. Türk topçuları Boğazı cehenneme çeviriyor, düşman zırhlıları da kıyı şeridindeki mevzilerimizi hallaç pamuğu gibi atıyor, kıran kırana bir savaş oluyordu.
Bu sırada Fransız GAULOIS zırhlısı aldığı ağır yaralarla saf dışı kalmış, BOUVET zırhlısı yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere geriye kaçarken, bir gece önce Dz. Yzb. Hakkı'nın NUSRET mayın gemisiyle boğaza döşediği mayınlara çarparak 639 personeli ile birlikte karanlık limanın sularına gömülerek kayboluyordu.
BOUVET'in imdadına koşan SUFFREN ve GAULOIS da aynı akıbete uğruyordu.
Saat 15.00'te IRRESISTIBLE ve onu takiben 16.00'da INFLEXIBLE ve 10 dakika sonra OCEAN zırhlıları, tam ileri atılacaklarken onların da ayakları Yzb. Hakkı'nın tuzağına takılarak batarken, INFLEXIBLE güçlükle kurtularak römorkör yedeğinde İmroz'a dönüyordu.
Böylece 6 saatte 3 büyük zırhlısını kaybeden, bir bu kadarı da ağır hasara uğrayan gemilerini acıyla seyreden Amiral De ROBECK, kalanları kurtarabilme telaşıyla saat 17.30'da boynu bükük çekilme emri veriyordu.» (1)
3 Kasım 1914 ve 18 Mart 1915 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı'nda cereyan eden bir seri deniz savaşlarıyla Gelibolu Yarımadası'nda 25 Nisan 1915 - 8/9 Ocak 1916 tarihleri arasında yapılan kara savaşları, Türk tarihinin en şerefli sayfalarını dolduran birer zafer destanıdır.
Ancak, Çanakkale Savaşlarının Türk tarihindeki yeri sadece Türk Milletinin ve askerinin cesaret ve fedakârlığını gösteren bir büyük destan olmaktan çok çok ötededir.
«Çanakkale Zaferini, büyük Türk Ulusuna, Atatürk gibi dahi bir lider hediye etmiştir.
Türk bağımsızlık savaşının temelleri, Çanakkale'nin sularında, Conkbayırı'nda ve Anafartalar'da atılmış, bu zaferler Türk Kurtuluş Savaşına maya çalmıştır.
Türk Ulusu; İstanbul'u kurtaran Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşayı Çanakkale'den tanımış; 19 Mayıs 1919'da O, Samsun'a çıktığı gün Suriye ve Filistin cephelerinden terhis olarak Anadolu'ya dönen Türk halkı, «bu benim kahraman komutanımdı» diyerek O'nun etrafında kenetlenip İstiklal Savaşı'na katılmıştır.» (2)
Bu tarihi yıldönümünde Çanakkale'de, İnönü'de, Sakarya'da; şairin dediği gibi «Bir gül bahçesine girercesine bu kara toprağa giren» kahraman şehitlerimiz saygı ve rahmetle anıyoruz.
Bu arada dış güçlerle el ele hareket eden ve ordumuza dil uzatıp karalamak isteyenleri de şiddetle ve nefretle kınıyoruz.
( 1) Em. Tümgeneral Turhan Olcaytu, Ev ve Sınıf Etkinlikleri Antolojisi
(2) Aynı eser.
http://www.heddam.com/index.asp?M=5226#Icerik
Rahmi TURAN
rturan@hurriyet.com.tr
ÇANAKKALE Zaferi’nde Mustafa Kemal’i yok sayarak ya da rütbesinin önemsiz olduðunu söyleyip küçümseyerek zehirlerini akýtanlar, Anzaklara bakýp utansýnlar!
Zaferi, yeþil sarýklý evliyalara, ermiþlere, velilere baðlayanlarýn yolu keþke bir gün Yeni Zelanda’ya düþse de, orada Gelibolu’ya benzer bir yarýmadanýn tepesinde Pasifik Okyanusu’na karþý dikilen muhteþem Atatürk Anýtý’ný görseler...
Her þeye din gözüyle bakan, akýldan, bilimden ve gerçekten yoksun, yeteneksiz ve basiretsiz kafalar, varsýnlar Çanakkale Zaferi’ni havadan uçarak akýn akýn gelen ermiþlerin mucizelerine dayandýrsýnlar.
Ben, yýllar önce Yeni Zelanda’ya gittim, gördüm.
Çanakkale’de Mehmetçik’in süngüsüyle periþan olan Anzaklar (Avustralya ve Yeni Zelandalýlar) yenildikleri komutan Mustafa Kemal’in askeri ve siyasi dehasýna hayranlar. "Çanakkale’de Mustafa Kemal gibi dahi bir komutana yenildiðimiz için gurur duyuyoruz" diyorlar.
*
Yeni Zelanda dünyanýn ucunda bir ülke, Türkiye’ye uzaklýðý 20 bin kilometre.
Yaklaþýk dört milyon nüfuslu bu zengin tarým ülkesi, Türkleri çok iyi tanýyor.
O kadar iyi tanýyorlar ki, bugün baþkent Wellington’da Atatürk’ün görkemli bir büstü, yakýnlardaki bir yarýmadada da muhteþem bir Atatürk Anýtý var. Bu anýtýn açýlýþýnda, dönemin Cumhurbaþkaný Turgut Özal da hazýr bulunmuþtu.
Türkiye’de, bazý gerici çevrelerde Atatürk tartýþýlýrken, dünyanýn öbür yarý küresindeki bir ülkede muhteþem bir Atatürk Anýtý’nýn yapýlmasý anlamlýdýr.
93 yýl önce Çanakkale’de Yeni Zelanda askerleri de Ýngilizlerle birlikte bize karþý savaþmýþlardý. Yeni Zelanda nere, Türkiye nere? Niye gelip bizimle vuruþtular? Dünya hali iþteÖ Fakat o kadar düzgün insanlar ki, "Çanakkale’de Türkler bize büyük bir ders verdi. Bizi yenen komutan Mustafa Kemal’i kendi komutanýmýz kadar sevdik!" diyebiliyorlar.
Önce baþkent Wellington’da Atatürk büstünü açmalarýnýn, sonra Pasifik Okyanusu kýyýsýndaki bir tepede görkemli Atatürk Anýtý’ný inþa etmelerinin sebebi bu.
*
Çanakkale Savaþlarý konusunda Yeni Zelandalý diplomat Peter R. D. Withers diyor ki:
"Önce þunu söyleyeyim: Biz Çanakkale’ye gelirken avlanmaya geldik sanýyorduk. Bir macera, bir safari gibi." O zamanki kuþak öyle görüyordu olayý. Hiçbir zaman savaþa gittiklerini düþünmüyorlardý. Bir av partisi gibi görüyorlardý.
Sonuçta müthiþ bir savaþla karþýlaþacaklarýný bilmiyorlardý. Çarpýþtýk, çok kayýp verdik, yenildik. Bizi yenen Atatürk, Türkiye’nin modern bir ülke olmasý için çok þey yaptý.
Yeni Zelanda’da Çanakkale’ye gitmek için toplanan insanlarýn amaçlarý savaþa gitmek deðildi. Kafalarda baþka þeyler vardý. Sonuçta dayaðý yedik ama Çanakkale bize çok þey kazandýrdý. Bu savaþtan sonra olgunlaþtýk, bilinçlendik ve millet olduðumuzun farkýna vardýk.
Türklerle savaþmak bize kimliðimizi kazandýrdý. Mustafa Kemal, size olduðu kadar bize de önderlik etti bu konuda. Ýþte bu nedenle biz kendimizi Türklere ve Türklerin önderi Mustafa Kemal’e çok yakýn hissediyoruz. Dünyanýn neresinde, yenildikleri için anýt açarlar?
Biz Çanakkale’de yenildik ama hiçbir Yeni Zelandalý çocuk bundan utanç duyarak büyümedi. Çanakkale’de birçok Alman ve Osmanlý paþasý vardý. Fakat biz onlara deðil, 100 yýlda bir yetiþen büyük asker Mustafa Kemal’e yenildiðimiz için gurur duyuyoruz."
*
Sevgili okurlar...
Yeni Zelandalýlar, Mustafa Kemal’i yüceltip, onunla çarpýþtýklarý için gurur duyarken, bizdeki bazý ilkel ve cahil insanlarýn, yobaz takýmýnýn kendi tarihlerini çarpýtmasý, Mustafa Kemal’i yalanlarýyla küçültmeye kalkmasý, ne hazindir, ne utanç verici durumdur!
rturan@hurriyet.com.tr
ÇANAKKALE Zaferi’nde Mustafa Kemal’i yok sayarak ya da rütbesinin önemsiz olduðunu söyleyip küçümseyerek zehirlerini akýtanlar, Anzaklara bakýp utansýnlar!
Zaferi, yeþil sarýklý evliyalara, ermiþlere, velilere baðlayanlarýn yolu keþke bir gün Yeni Zelanda’ya düþse de, orada Gelibolu’ya benzer bir yarýmadanýn tepesinde Pasifik Okyanusu’na karþý dikilen muhteþem Atatürk Anýtý’ný görseler...
Her þeye din gözüyle bakan, akýldan, bilimden ve gerçekten yoksun, yeteneksiz ve basiretsiz kafalar, varsýnlar Çanakkale Zaferi’ni havadan uçarak akýn akýn gelen ermiþlerin mucizelerine dayandýrsýnlar.
Ben, yýllar önce Yeni Zelanda’ya gittim, gördüm.
Çanakkale’de Mehmetçik’in süngüsüyle periþan olan Anzaklar (Avustralya ve Yeni Zelandalýlar) yenildikleri komutan Mustafa Kemal’in askeri ve siyasi dehasýna hayranlar. "Çanakkale’de Mustafa Kemal gibi dahi bir komutana yenildiðimiz için gurur duyuyoruz" diyorlar.
*
Yeni Zelanda dünyanýn ucunda bir ülke, Türkiye’ye uzaklýðý 20 bin kilometre.
Yaklaþýk dört milyon nüfuslu bu zengin tarým ülkesi, Türkleri çok iyi tanýyor.
O kadar iyi tanýyorlar ki, bugün baþkent Wellington’da Atatürk’ün görkemli bir büstü, yakýnlardaki bir yarýmadada da muhteþem bir Atatürk Anýtý var. Bu anýtýn açýlýþýnda, dönemin Cumhurbaþkaný Turgut Özal da hazýr bulunmuþtu.
Türkiye’de, bazý gerici çevrelerde Atatürk tartýþýlýrken, dünyanýn öbür yarý küresindeki bir ülkede muhteþem bir Atatürk Anýtý’nýn yapýlmasý anlamlýdýr.
93 yýl önce Çanakkale’de Yeni Zelanda askerleri de Ýngilizlerle birlikte bize karþý savaþmýþlardý. Yeni Zelanda nere, Türkiye nere? Niye gelip bizimle vuruþtular? Dünya hali iþteÖ Fakat o kadar düzgün insanlar ki, "Çanakkale’de Türkler bize büyük bir ders verdi. Bizi yenen komutan Mustafa Kemal’i kendi komutanýmýz kadar sevdik!" diyebiliyorlar.
Önce baþkent Wellington’da Atatürk büstünü açmalarýnýn, sonra Pasifik Okyanusu kýyýsýndaki bir tepede görkemli Atatürk Anýtý’ný inþa etmelerinin sebebi bu.
*
Çanakkale Savaþlarý konusunda Yeni Zelandalý diplomat Peter R. D. Withers diyor ki:
"Önce þunu söyleyeyim: Biz Çanakkale’ye gelirken avlanmaya geldik sanýyorduk. Bir macera, bir safari gibi." O zamanki kuþak öyle görüyordu olayý. Hiçbir zaman savaþa gittiklerini düþünmüyorlardý. Bir av partisi gibi görüyorlardý.
Sonuçta müthiþ bir savaþla karþýlaþacaklarýný bilmiyorlardý. Çarpýþtýk, çok kayýp verdik, yenildik. Bizi yenen Atatürk, Türkiye’nin modern bir ülke olmasý için çok þey yaptý.
Yeni Zelanda’da Çanakkale’ye gitmek için toplanan insanlarýn amaçlarý savaþa gitmek deðildi. Kafalarda baþka þeyler vardý. Sonuçta dayaðý yedik ama Çanakkale bize çok þey kazandýrdý. Bu savaþtan sonra olgunlaþtýk, bilinçlendik ve millet olduðumuzun farkýna vardýk.
Türklerle savaþmak bize kimliðimizi kazandýrdý. Mustafa Kemal, size olduðu kadar bize de önderlik etti bu konuda. Ýþte bu nedenle biz kendimizi Türklere ve Türklerin önderi Mustafa Kemal’e çok yakýn hissediyoruz. Dünyanýn neresinde, yenildikleri için anýt açarlar?
Biz Çanakkale’de yenildik ama hiçbir Yeni Zelandalý çocuk bundan utanç duyarak büyümedi. Çanakkale’de birçok Alman ve Osmanlý paþasý vardý. Fakat biz onlara deðil, 100 yýlda bir yetiþen büyük asker Mustafa Kemal’e yenildiðimiz için gurur duyuyoruz."
*
Sevgili okurlar...
Yeni Zelandalýlar, Mustafa Kemal’i yüceltip, onunla çarpýþtýklarý için gurur duyarken, bizdeki bazý ilkel ve cahil insanlarýn, yobaz takýmýnýn kendi tarihlerini çarpýtmasý, Mustafa Kemal’i yalanlarýyla küçültmeye kalkmasý, ne hazindir, ne utanç verici durumdur!
Wednesday, March 18, 2009
Çanakkale Zaferi 94 yaşında
Bugün Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. yıl dönümü. Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. Yıldönümü Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndaki etkinliklerle anıldı. Törende konuşan Turgut Özakman, Çanakkale ile ilgili bazı kaynaklarda yanlış bilgilerin yer aldığı söyledi.
AA / ANKA
Çanakkale- 18. Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. yıl dönümü törenlerle kutlanıyor.
Çanakkkale Cumhuriyet Meydanı'nda düzenlenen ilk törende, hükümet adına Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Türk Silahlı Kuvvetleri adına Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral Feyyaz Öğütçü,
Çanakkale Valisi Abdülkadir Atalık ve Belediye Başkanı Ülgür Gökhan ile diğer yetkililer, Atatürk Anıtı'na çelenk koydu.
Törende, saygı duruşunun ardından İstiklal Marşı eşliğinde Türk bayrağı göndere çekildi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda tören
Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. Yıldönümü, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndaki çeşitli etkinliklerle kutlandı. Çanakkale'de Zaman isimli oyunun ilk gösteri öncesindeki törende konuşan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, "O dönem güçlü bir donanmamız olsaydı Çanakkale'de bu kadar şehit vermezdik" dedi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda gerçekleştirilen törene Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, üst düzey askerler ve şehit yakınları katıldı. Törene saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlandı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve kuvvet komutanlarının kutlama mesajları okunmasının ardından, kürsüye gelen "Şu Çılgın Türkler" ve "Diriliş" adlı kitapların yazarı Turgut Özakman, Çanakkale yaşananları anlattı. Çanakkale ile ilgili bazı kaynaklarda yanlış bilgilerin yer aldığının altını çizen Özakman, "Ben hayatım boyunca doğruları araştırıp yazmaya çalıştım. Milletimize ve özellikle gençlere tarihi doğru anlatmalıyız. Bu tarihçinin namus ve şeref borcudur" diye konuştu.
Özakman, Çanakkale Zaferi'nin yıllarca süren ezilmişliğe ve emperyalizme son verdiğini kaydederek, "Çanakkale, iki önemli gerçeği gösterdi. Birincisi savaşın da bir ahlakı olduğunu, ikincisi ise hiçbir kuvvetin yurt sevgisinden daha güçlü olmayacağını kanıtladı" şeklinde konuştu.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, yazar Turgut Özakman'a teşekkür plaketi verdikten sonra yaptığı konuşmada Özakman'a, "Allah size uzun ömürler versin, siz de bize eserler vermeye devam edin" diyerek, Türk halkının inanç ve vatanseverliğinin Çanakkale zaferini oluşturduğunu söyledi.
Çanakkale ruhunun, gencecik fidanların hayatlarını vatan için seve seve feda etme duygusu olduğunu vurgulayan Ataç şöyle konuştu:
"O dönem denizaltı filomuz ve güçlü bir donanmamız olsaydı bu kadar şehit vermezdik. Bir ülke denizlerden işgal edilir. O gemiler Çanakkale'ye nasıl geldi? Neden daha deniz sularına girmeden müdahale edilmedi. Sanırım Atatürk de düşman gemilerini görünce, (Bunlar buraya kadar nasıl geldi?) diye sormuştur. O döneme kadar deniz kuvvetlerine önem verilmemişti. Atatürk'ün daha sonraki ilk işi Denizcilik Bakanlığı ve çağdaş Türk donanması kurmak olmuştu. Aziz şehitlerimizin hatıraları önünde saygı ile eğiliyor, onlara Allah'tan rahmet diliyorum."
Tören sonunda Devlet Opera ve Balesi sanatçıları tarafından "Çanakkale'de Zaman" isimli oyun sergilendi. Murat Göksu'nun yazıp yönettiği, Çanakkale Savaşı'nın ve yaşanılan acıların anlatıldığı oyun sırasında şehit yakınları ve oyunda rol alan bir sanatçılar gözyaşlarına tutamadı. Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının oynadığı oyunun ayakta alkışlanmasıyla tören sona erdi.
Çanakkale hafızalarda canlılığını koruyor
Çanakkale Zaferi'nin 94. yıl dönümü törenlerle kutlanırken 253 bin Mehmetçiğin şehit düştüğü savaş, hafızalarda canlılığını koruyor.
Çanakkale Savaşları'nın bir bölümü olan 18 Mart 1915 tarihinde Çanakkale Boğazı'nı geçmek isteyen dünyanın en güçlü donanmasını püskürterek çok önemli bir deniz zaferi kazanan Türk ordusu, bundan sonra cephe savaşlarının geçeceği kara çıkarmalarına karşı amansız ve çok kanlı bir savunma yaptı.
Denizden Türk ordusunu yenemeyeceğini anlayan Avustralya ve Yeni Zelandalılar'dan oluşan Anzak ordusu, 25 Nisan-6 Ağustosta Gelibolu Yarımadası'na çıkarma yaparak savaşın en kanlı bölümünü başlatıyordu. Dünyanın en dar savaş bölgesinde göğüs göğüse kanlı çarpışmalar bu dönemde gerçekleşti. Bu savaş 500 bin kişinin hayatına mal oldu. 253 bin şehit vererek yurdunu savunan Türk insanının yazdığı bu şanlı tarih, dünyanın mazlum ülkelerine de özgürlük için örnek oluşturdu.1. Dünya Savaşı'nın en kanlı bölümü 1914 yılının Temmuz ayında başlayan, 1918 yılının Ekim ayında sona eren 1. Dünya Savaşı'nın en kanlı sayfalarının yazıldığı Çanakkale Savaşları, 8 ay 14 gün sürdü.
Bir İngiliz kruvazöründen atılan mermi, Seddülbahir cephaneliğine isabet ederek, tonlarca barut ve mermiyi havaya uçurdu. Türk milleti savaşın başlamasına neden olan bu mermiyle ilk şehitlerini 3 Kasım 1914 gününün sabahında verdi. Seddülbahir cephaneliğini korumakla görevli 5 subay ve 81 erimiz şehit oldu. Düşman saldırısı ve verilen şehitler, yurdun dört bir yanından vatanı korumak için Çanakkale'ye gelen Mehmetçik için adeta şahlanış etkisi yapmıştı.
Anadolu'nun bağrından kopup gelen ancak elinde yeterli cephanesi bulunmayan kahraman Mehmetçik, gözlerini kırpmadan güçlü düşman donanmalarından atılan mermilere göğüslerini siper ederek vatan için ölüme gitmekten korkmadı.
İtilaf devletlerine göre, Çanakkale mutlaka geçilmeliydi. Düşman donanmasından atılan mermiler bu kez Seddülbahir ve Kumkale bataryalarının susmasına neden oldu. Bu saldırılar karşısında yılmayan ve ölümü Allah'a kavuşmak olarak gören Mehmetçik, susturulamıyordu.
Seddülbahir bataryasından sağ kurtulmuş, bacağından yara almış Balıkesirli Mehmet Çavuş, kırık tüfeğini sallayarak Seddülbahir tepelerinden düşmana şöyle haykırıyordu: ''Bre gafiller, dünyanın bir ötesinden neye geldiniz? Sizi çağıran mı oldu? Biz ölmeden bu topraklara adım atamayacağınızı bilmiyor musunuz?'' Mehmet Çavuş, bu haykırışıyla Türk milletinin duygularına tercüman oluyordu. Mehmet Çavuş'un haykırışı kehanet oluyor, uzun ve kanlı savaş iki taraftan 500 bin insanın hayatına mal oluyordu. Düşman, geldiği gibi gitmek zorunda kalıyordu.Cephede savaşan gaziler savaşı anlatıyor
Bugün hayatta olmayan Çanakkale Savaşı gazileri, son günlerinde savaşı anlatmıştı.Ezine ilçesine bağlı Geyikli beldesinden Halil Helvacı: ''27. alayda Arıburnu cephesinde 9 ay çarpıştım. Bir defasında 3 gün hiç durmadan süngü harbi yaptık. Koskoca alaydan 7 kişi kalmıştık. Sonra bize 10 er daha verdiler. Beni de çavuş yaptılar. Bir gün düşmana Arıburnu'ndaki mevziden ateş ediyoruz. Tetiği çekiyorum tüfek patlamıyor. Yanımdaki arkadaşa 'Tüfek bozuldu galiba' dedim. Arkadaş kontrol ettikten sonra yüzüme acı acı baktı ve 'Senin tüfekte bir şey yok, tetiği çeken parmağın kopmuş be adam' deyince acısını o an duydum.''
Çan ilçesi Halilağa köyünden Mustafa Aksoy: ''Seddülbahir'de başımızdaki komutan Yüzbaşı Şerafettin Bey, besmele çekip 'Hadi aslanlarım, ananız sizi bugünler için doğurdu. Ben sizin önünüzden, siz arkamdan gelin, sakın korkup geri çekileyim demeyin, düşmana aman vermeyelim' dedi. Düşman çok kalabalık geliyor. Zığındere tarafından çevirme yapmış, taktik icabı geri çekildik. O sırada dizlerimin altından vurulmuşum. Yanımda arkadaşlarım şehit olmuşlardı. Kanlı derenin içi yaralı dolu, katırlar ve atları da dereye indirmişler, onlar bile titriyor. Sıhhiye yok, yaralarım kendiliğinden soğudu. Destek ekip ile yeniden cepheye gittik.''
Yenice'nin Akçakoyun Köyü'nden Mehmet Oral: ''Arabistan Savaşı'ndan köye geldiğimin 12. günü Çanakkale cephesine gittim. Anafartalar'da sıhhiye bölüğü eri olarak sargı mahallindeydim. Büyük Komutan Mustafa Kemal'in çadırı da bizim sargı yerindeydi. Mustafa Kemal, Fırka komutanına şöyle sordu: 'Biz mi onlardan toprak istiyoruz, yoksa onlar mı bizden?' Fırka komutanı 'Onlar bizden toprak istiyorlar' dedi. Mustafa Kemal de 'Öyleyse neden biz hücum edip de askeri kırdırıyoruz? Onlar bize hücum etsin, biz onları kıralım, biz kırılmayalım' dedi.''
Biga ilçesine bağlı Karabiga beldesinden Recep Tural: ''Çanakkale cephesinde 27. alay 2. tabur 4. bataryada görevliydim. Mustafa Kemal, bizim hemen solumuzda, Conkbayırı'nda karargahını kurmuştu. Ben görmedim ama çok cesur olduğunu söylerlerdi. Gavur ateş ederken mızıkasını çalar, hiç kesmezmiş.''
Bayramiç'in Aşağışevik Köyü'nden Mustafa Konar: ''Kocadere'de ve Arıburnu sırtlarında düşmanla göğüs göğüse çarpıştık. Sabahlara kadar ateş kesilmezdi. İstihkamların arası insan cesediyle doluydu. Arpa demeti gibi yayılıp kalıyorlardı. Ne kadar düşman öldürdüğümüzü hatırlamıyorum. O soruyu tüfeklere sormalı.''
Biga'nın Gündoğdu Köyü'nden Ali Demirel: ''Arıburnu'nda düşman mevzileri çok yakındı. Savaşırken mermi yağdırır bomba atarlardı. Dinlenme zamanında soğan, sigara atarlardı. Düşman mevzilerine yaptığımız bir süngü hücumunda aynalı tüfek ele geçirdim. Marangoz olduğum için baka baka aynısını yaptım. Her mangaya bir aynalı tüfek dağıttım. Tüfeğin namlusuna önlü arkalı ayna koydum. Siperden kafamızı çıkarmadan aynaya bakarak düşmanı görür, hareketlerini izlerdik.''
CUMHURIYET
Bugün Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. yıl dönümü. Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. Yıldönümü Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndaki etkinliklerle anıldı. Törende konuşan Turgut Özakman, Çanakkale ile ilgili bazı kaynaklarda yanlış bilgilerin yer aldığı söyledi.
AA / ANKA
Çanakkale- 18. Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. yıl dönümü törenlerle kutlanıyor.
Çanakkkale Cumhuriyet Meydanı'nda düzenlenen ilk törende, hükümet adına Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Türk Silahlı Kuvvetleri adına Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral Feyyaz Öğütçü,
Çanakkale Valisi Abdülkadir Atalık ve Belediye Başkanı Ülgür Gökhan ile diğer yetkililer, Atatürk Anıtı'na çelenk koydu.
Törende, saygı duruşunun ardından İstiklal Marşı eşliğinde Türk bayrağı göndere çekildi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda tören
Çanakkale Deniz Zaferi'nin 94. Yıldönümü, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndaki çeşitli etkinliklerle kutlandı. Çanakkale'de Zaman isimli oyunun ilk gösteri öncesindeki törende konuşan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, "O dönem güçlü bir donanmamız olsaydı Çanakkale'de bu kadar şehit vermezdik" dedi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda gerçekleştirilen törene Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, üst düzey askerler ve şehit yakınları katıldı. Törene saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlandı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve kuvvet komutanlarının kutlama mesajları okunmasının ardından, kürsüye gelen "Şu Çılgın Türkler" ve "Diriliş" adlı kitapların yazarı Turgut Özakman, Çanakkale yaşananları anlattı. Çanakkale ile ilgili bazı kaynaklarda yanlış bilgilerin yer aldığının altını çizen Özakman, "Ben hayatım boyunca doğruları araştırıp yazmaya çalıştım. Milletimize ve özellikle gençlere tarihi doğru anlatmalıyız. Bu tarihçinin namus ve şeref borcudur" diye konuştu.
Özakman, Çanakkale Zaferi'nin yıllarca süren ezilmişliğe ve emperyalizme son verdiğini kaydederek, "Çanakkale, iki önemli gerçeği gösterdi. Birincisi savaşın da bir ahlakı olduğunu, ikincisi ise hiçbir kuvvetin yurt sevgisinden daha güçlü olmayacağını kanıtladı" şeklinde konuştu.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç, yazar Turgut Özakman'a teşekkür plaketi verdikten sonra yaptığı konuşmada Özakman'a, "Allah size uzun ömürler versin, siz de bize eserler vermeye devam edin" diyerek, Türk halkının inanç ve vatanseverliğinin Çanakkale zaferini oluşturduğunu söyledi.
Çanakkale ruhunun, gencecik fidanların hayatlarını vatan için seve seve feda etme duygusu olduğunu vurgulayan Ataç şöyle konuştu:
"O dönem denizaltı filomuz ve güçlü bir donanmamız olsaydı bu kadar şehit vermezdik. Bir ülke denizlerden işgal edilir. O gemiler Çanakkale'ye nasıl geldi? Neden daha deniz sularına girmeden müdahale edilmedi. Sanırım Atatürk de düşman gemilerini görünce, (Bunlar buraya kadar nasıl geldi?) diye sormuştur. O döneme kadar deniz kuvvetlerine önem verilmemişti. Atatürk'ün daha sonraki ilk işi Denizcilik Bakanlığı ve çağdaş Türk donanması kurmak olmuştu. Aziz şehitlerimizin hatıraları önünde saygı ile eğiliyor, onlara Allah'tan rahmet diliyorum."
Tören sonunda Devlet Opera ve Balesi sanatçıları tarafından "Çanakkale'de Zaman" isimli oyun sergilendi. Murat Göksu'nun yazıp yönettiği, Çanakkale Savaşı'nın ve yaşanılan acıların anlatıldığı oyun sırasında şehit yakınları ve oyunda rol alan bir sanatçılar gözyaşlarına tutamadı. Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının oynadığı oyunun ayakta alkışlanmasıyla tören sona erdi.
Çanakkale hafızalarda canlılığını koruyor
Çanakkale Zaferi'nin 94. yıl dönümü törenlerle kutlanırken 253 bin Mehmetçiğin şehit düştüğü savaş, hafızalarda canlılığını koruyor.
Çanakkale Savaşları'nın bir bölümü olan 18 Mart 1915 tarihinde Çanakkale Boğazı'nı geçmek isteyen dünyanın en güçlü donanmasını püskürterek çok önemli bir deniz zaferi kazanan Türk ordusu, bundan sonra cephe savaşlarının geçeceği kara çıkarmalarına karşı amansız ve çok kanlı bir savunma yaptı.
Denizden Türk ordusunu yenemeyeceğini anlayan Avustralya ve Yeni Zelandalılar'dan oluşan Anzak ordusu, 25 Nisan-6 Ağustosta Gelibolu Yarımadası'na çıkarma yaparak savaşın en kanlı bölümünü başlatıyordu. Dünyanın en dar savaş bölgesinde göğüs göğüse kanlı çarpışmalar bu dönemde gerçekleşti. Bu savaş 500 bin kişinin hayatına mal oldu. 253 bin şehit vererek yurdunu savunan Türk insanının yazdığı bu şanlı tarih, dünyanın mazlum ülkelerine de özgürlük için örnek oluşturdu.1. Dünya Savaşı'nın en kanlı bölümü 1914 yılının Temmuz ayında başlayan, 1918 yılının Ekim ayında sona eren 1. Dünya Savaşı'nın en kanlı sayfalarının yazıldığı Çanakkale Savaşları, 8 ay 14 gün sürdü.
Bir İngiliz kruvazöründen atılan mermi, Seddülbahir cephaneliğine isabet ederek, tonlarca barut ve mermiyi havaya uçurdu. Türk milleti savaşın başlamasına neden olan bu mermiyle ilk şehitlerini 3 Kasım 1914 gününün sabahında verdi. Seddülbahir cephaneliğini korumakla görevli 5 subay ve 81 erimiz şehit oldu. Düşman saldırısı ve verilen şehitler, yurdun dört bir yanından vatanı korumak için Çanakkale'ye gelen Mehmetçik için adeta şahlanış etkisi yapmıştı.
Anadolu'nun bağrından kopup gelen ancak elinde yeterli cephanesi bulunmayan kahraman Mehmetçik, gözlerini kırpmadan güçlü düşman donanmalarından atılan mermilere göğüslerini siper ederek vatan için ölüme gitmekten korkmadı.
İtilaf devletlerine göre, Çanakkale mutlaka geçilmeliydi. Düşman donanmasından atılan mermiler bu kez Seddülbahir ve Kumkale bataryalarının susmasına neden oldu. Bu saldırılar karşısında yılmayan ve ölümü Allah'a kavuşmak olarak gören Mehmetçik, susturulamıyordu.
Seddülbahir bataryasından sağ kurtulmuş, bacağından yara almış Balıkesirli Mehmet Çavuş, kırık tüfeğini sallayarak Seddülbahir tepelerinden düşmana şöyle haykırıyordu: ''Bre gafiller, dünyanın bir ötesinden neye geldiniz? Sizi çağıran mı oldu? Biz ölmeden bu topraklara adım atamayacağınızı bilmiyor musunuz?'' Mehmet Çavuş, bu haykırışıyla Türk milletinin duygularına tercüman oluyordu. Mehmet Çavuş'un haykırışı kehanet oluyor, uzun ve kanlı savaş iki taraftan 500 bin insanın hayatına mal oluyordu. Düşman, geldiği gibi gitmek zorunda kalıyordu.Cephede savaşan gaziler savaşı anlatıyor
Bugün hayatta olmayan Çanakkale Savaşı gazileri, son günlerinde savaşı anlatmıştı.Ezine ilçesine bağlı Geyikli beldesinden Halil Helvacı: ''27. alayda Arıburnu cephesinde 9 ay çarpıştım. Bir defasında 3 gün hiç durmadan süngü harbi yaptık. Koskoca alaydan 7 kişi kalmıştık. Sonra bize 10 er daha verdiler. Beni de çavuş yaptılar. Bir gün düşmana Arıburnu'ndaki mevziden ateş ediyoruz. Tetiği çekiyorum tüfek patlamıyor. Yanımdaki arkadaşa 'Tüfek bozuldu galiba' dedim. Arkadaş kontrol ettikten sonra yüzüme acı acı baktı ve 'Senin tüfekte bir şey yok, tetiği çeken parmağın kopmuş be adam' deyince acısını o an duydum.''
Çan ilçesi Halilağa köyünden Mustafa Aksoy: ''Seddülbahir'de başımızdaki komutan Yüzbaşı Şerafettin Bey, besmele çekip 'Hadi aslanlarım, ananız sizi bugünler için doğurdu. Ben sizin önünüzden, siz arkamdan gelin, sakın korkup geri çekileyim demeyin, düşmana aman vermeyelim' dedi. Düşman çok kalabalık geliyor. Zığındere tarafından çevirme yapmış, taktik icabı geri çekildik. O sırada dizlerimin altından vurulmuşum. Yanımda arkadaşlarım şehit olmuşlardı. Kanlı derenin içi yaralı dolu, katırlar ve atları da dereye indirmişler, onlar bile titriyor. Sıhhiye yok, yaralarım kendiliğinden soğudu. Destek ekip ile yeniden cepheye gittik.''
Yenice'nin Akçakoyun Köyü'nden Mehmet Oral: ''Arabistan Savaşı'ndan köye geldiğimin 12. günü Çanakkale cephesine gittim. Anafartalar'da sıhhiye bölüğü eri olarak sargı mahallindeydim. Büyük Komutan Mustafa Kemal'in çadırı da bizim sargı yerindeydi. Mustafa Kemal, Fırka komutanına şöyle sordu: 'Biz mi onlardan toprak istiyoruz, yoksa onlar mı bizden?' Fırka komutanı 'Onlar bizden toprak istiyorlar' dedi. Mustafa Kemal de 'Öyleyse neden biz hücum edip de askeri kırdırıyoruz? Onlar bize hücum etsin, biz onları kıralım, biz kırılmayalım' dedi.''
Biga ilçesine bağlı Karabiga beldesinden Recep Tural: ''Çanakkale cephesinde 27. alay 2. tabur 4. bataryada görevliydim. Mustafa Kemal, bizim hemen solumuzda, Conkbayırı'nda karargahını kurmuştu. Ben görmedim ama çok cesur olduğunu söylerlerdi. Gavur ateş ederken mızıkasını çalar, hiç kesmezmiş.''
Bayramiç'in Aşağışevik Köyü'nden Mustafa Konar: ''Kocadere'de ve Arıburnu sırtlarında düşmanla göğüs göğüse çarpıştık. Sabahlara kadar ateş kesilmezdi. İstihkamların arası insan cesediyle doluydu. Arpa demeti gibi yayılıp kalıyorlardı. Ne kadar düşman öldürdüğümüzü hatırlamıyorum. O soruyu tüfeklere sormalı.''
Biga'nın Gündoğdu Köyü'nden Ali Demirel: ''Arıburnu'nda düşman mevzileri çok yakındı. Savaşırken mermi yağdırır bomba atarlardı. Dinlenme zamanında soğan, sigara atarlardı. Düşman mevzilerine yaptığımız bir süngü hücumunda aynalı tüfek ele geçirdim. Marangoz olduğum için baka baka aynısını yaptım. Her mangaya bir aynalı tüfek dağıttım. Tüfeğin namlusuna önlü arkalı ayna koydum. Siperden kafamızı çıkarmadan aynaya bakarak düşmanı görür, hareketlerini izlerdik.''
CUMHURIYET
Saturday, March 14, 2009
18 MART ÇANAKKALE ZAFERİMIZ KUTLU OLSUN
18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ ( OZET)
Çanakkale Savaşı yalnız bizim tarihimizin değil yakın dünya tarihinin en önemli savaşlarından biridir. Çanakkale Boğazı'nı savaş gemileriyle zorlayarak aşma, böylece İstanbul'a kavuşma isteği Avrupa büyük devletlerinin öteden beri özlemidir.
1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla İtilaf devletleri bu isteklerini gerçekleştirme fırsatının doğduğuna inandılar.
Bu inançla İngiltere ve Fransa işbirliği yaparak 3 Kasım 1914 günü alacakaranlıkta Bozcaada'dan Boğaz'ın ağzına doğru yaklaştılar. Buradan istihkamlarımıza doğru ateş açtılar,
İngilizler Seddülbahir ve Ertuğrul tabyalarını, Fransızlar da Anadolu yakasında Kumkale ve Orhaniye tabyalarını havantopu ile dövdüler.
Cephaneliğimize isabet eden top mermisiyle on bir ton barut havaya uçtu, subay ve erlerimiz şehit düştü,
İngiliz Donanma Komutanı Amiral Carden Çanakkale önlerinde gösteriler yaptı, düşman denizaltıları boğazı geçmeye kalktılar.
24 Kasım 1914 günü bir Fransız denizaltısı Boğaz sularında görüldü.
bu denizaltıyı gören topçularımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladı. 2 Aralık günü İngiliz denizaltısı da bir deneme yaptı. Derinden engelleri aşarak Boğaz'a girdi.
Yediyüzelli metre ilerde bulunan Mesudiye zırhlısına torpil atarak bu gemimizi batırdı. Zırhlımızda bulunan subaylardan on'u ve erlerimizden yirmi dördü şehit düştü.
19 Şubat 1915 günü düşman savaş gemileri öğleye kadar uzun menzilli bir bombardımana girişti. Boğaz'a iyice sokuldular. Tabyalarımız akşama doğru düşman savaş gemilerine karşılık verdi. Ertuğrul ve Orhaniye tabyalarından atılan ateş karşısında düşman oldukça bocaladı.
İtilaf devletleri gemileri diledikleri gibi ilerleyemiyor, amaçlarına ulaşamıyordu. Lodos fırtınasını başarısızlıklarının nedeni olarak görüyorlardı. Havalar düzelince yeni saldırılar düzenlendi.
Yine sonuç alınamayınca düşman gemilerine komuta eden Amiral Carden görevden alındı.
Yerine 17 Mart 1915 günü Robeck atandı.
Yeni komutan 18 Mart 1915 günü donanmayla Boğaz'a saldıracağını, yakında İstanbul'da olacağını Londra'ya bildirdi.
Bu arada Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Çobanlı 17/18 Mart gecesi boğaz'a mayın hattı döşenmesi emrini verdi.
Aldığı emir gereği Binbaşı Nazmi Bey Nusret Mayın gemisi ile o gece yirmi altı mayın, Boğaz'a on birinci hat olarak döşendi. Boğaz'daki mayın sayısı on bir hat olarak 400'ü aşmıştı.
18 Mart 1915: İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan, o dönemin en büyük deniz gücü, üç filo olarak sabahleyin Çanakkale Boğazı'na girdi.
Bu donanmanın ilk grubunu oluşturan filoda;
İngilizlerin Queen Elizabeth zırhlısı ile İnflexible, Lord Nelson ve Agamemnon savaş gemileri bulunuyordu.
İkinci grupta İngiliz Kalyon Kaptanı komutasında Ocean, İrresistible, Wengeance Majestic gibi savaş gemileri yer almıştı.
Üçüncü filo ise Prince, Bouvet, Suffren gibi Fransız savaş gemilerinden oluşuyordu.
İngilizler ve Fransızlar zayıf Türk savunmasını kolayca susturarak Boğaz'ı kolayca geçebileceklerim umuyorlardı.
Bu umut ve güvenle 18 Mart 1915 günü düşman savaş gemileri şiddetli bir ateşe başladılar.
Rumeli Mecidiyesiyle merkez bataryaları şiddetli bir ateşe tutuldu.
Boğazdaki düşman gemileri Hamidiye istihkamlarına yüklendi. Bunu gören Dardanos bataryaları ateşi üzerlerine çekmeye çalıştı.
Az sonra, tüm gemiler, Dardanos'a saldırdı. Dardanos tabyamız saldırılara şiddetle karşı koydu. Bu arada Mesudiye tabyası da ateşe başlamıştı. Mesudiye üzerine ateş açılınca Hamidiye onun yardımına koştu. Bu arada kıyı bataryalarımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladılar. Bunalan düşman kaçmak isterken topçu atışlarıyla karşılaşıyordu. Düşman gemilerine göz açtırılmıyordu. Karşılıklı bu korkunç bombardıman bir saat kadar sürdü. Bu karşılıklı bombardımanı bir yabancı yazar şöyle anlatıyor:
«İnsan manzarayı gözlerinin önünde canlandırabilir. Kaleler, toz duman bulutları içinde kaybolmuşlarda Yıkıntıların arasından arada bir alevler yükseliyordu. Gemiler, çevrelerinde fışkıran sayısız su sütunları arasında yavaş yavaş hareket ediyorlar, bazen duman ve serpintiler arasında iyice görünmez oluyorlardı. Tepelerden ateş eden havan toplarının alevleri görülüyor, ağır toplar yer sarsıntıları gibi gümbürdüyordu.»
Bombardıman sırasında Türk tabya ve bataryaları büyük zarar görmüştü. Amiral Robeck Fransız gemilerini geri çekerek İngiliz savaş gemilerini ileri sürdü.
Tam bu sırada müthiş patlamalar oldu. Bouvet ve Suffren savaş gemileri mayına çarparak sarsıldılar, manevra kabiliyetini kaybettiler.
Bir gece önce Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlar görevlerini yapmışlardı. Boğazın berrak sulan üzerinde bir dev gibi yatan Bouvet ve Suffren'e tarihi Hamidiye bataryamızın keskin nişancıları ateş açtılar.
Çanakkale Geçilmez kitabının yazarı Alan Moorehead olayı şöyle anlatıyor.
«Saat 13.45'de Suffren'in az gerisindeki Bouvet müthiş bir patlamayla sarsıldı. Güverteden göğe kesif bir duman yükseldi. Gittikçe hızlanarak yana yattı, devrilip gözden kayboldu. Olayı görenlerden birinin ifadesine göre «Bir tabak, suda nasıl kayıp giderse o da öylece kayıp gitti.»
Türk tabyaları, Boğaz'ı geçmeye çalışan düşman gemilerine durmadan ateş ettiler. Bu arada düşman Boğazdaki mayınları temizlemek için mayın tarayıcılarını boğaza soktu. Tabyalarımız mayın tarayıcılarına ateş açtılar. Açılan ateş yağmur gibi yağmaya başlayınca düşmanlar panik içinde kaçtılar. Bu arada düşman savaş gemilerinden İnflexible, İrressitible büyük hasar gördü.
Batanlar oldu. Daha sonra Queen Elisabeth ve Agamemnon yaralandı.
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı'nı denizden aşamadılar. Büyük kayıplar vererek: Çanakkale Boğazı'nın geçilemeyeceğini öğrendiler.
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı'nın savaş gemileri ile aşamayınca bu kez çıkarma yapmayı planladılar.
Artık Çanakkale kara savaşları başlıyordu.
Kara savaşında düşmanın nereden çıkarma yapabileceği tartışıldı. Mustafa Kemal Kabatepe ve Seddülbahir'den,
Alman komutan Von Sanders ise Bolayır ve Anadolu yakasından çıkarma yapılabileceği görüşündeydi.
Alman komutanı Von Sanders'in görüşü ağır bastı, ve askerler o yöreye yerleştirildi.
Düşman güçleri 25 Nisan 1915 sabahı Mustafa Kemal'in düşündüğü noktadan saldırdı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal Kocaçimen'de Conkbayır'da, savaştı. Cephanesi biten askerlere:
— Süngü tak emrini verdi. Daha sonra ; — «Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir» dedi.
Tarihin bu en büyük siper savaşı başlamıştı.
Siperler arası uzaklık sekiz on metre kadardı.
Türk siperlerinden hiçbir asker ayrılmıyordu.
Şehit düşenlerin yeri hemen dolduruluyordu.
Her adım başına bir mermi düşüyor; toprak adeta tüterek kaynıyordu.
Düşman dalgalar halinde Conkbayır'a doğru ilerliyordu. Bu arada Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına atandı.
Anafartalar Savaşı'nda düşmanın attığı şarapnel misketi Mustafa Kemal'in göğsüne isabet etti. Ancak cebindeki saate çarptığından bir şey olmadı.
Kısa sürede Türk ordusu her yerde büyük başarılar kazandı. Düşman şaşkına döndü, bozguna uğradı. Çanakkale kara savaşlarının en önemli cepheleri;
Kumkale, Beşike, Bolayır, Seddülbahir, Anbumu, Kabatepe, Conkbayırı ve Anafartalar'dır.
19 - 20 Aralıkta Anafartalar ve Arıburnu cephesi, 8 - 9 Ocak'ta Seddülbahir düşmanlar tarafından boşaltıldı.
Böylece 1915 baharında parlak umutlarla karaya ayak basan birleşik düşman ordusu 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gitti.
Çanakkale savaşlarında binlerce üzerinde askerimiz şehit düştü. Düşman kayıpları ise bu rakamın cok üstündedir.
Çanakkale savaşlarının unutulmaz kahramanı, Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal'in başarısı ilerde başlayacak Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın kaynağı oldu.
Bağımsızlığımızı savunmak, yurt topraklarımızı korumak için yapılan savaşlar kutsaldır. Çanakkale, Ulusal Kurtuluş Savaşımız kutsal destan savaşlara birer örnektir.
Çanakkale Savaşı yalnız bizim tarihimizin değil yakın dünya tarihinin en önemli savaşlarından biridir. Çanakkale Boğazı'nı savaş gemileriyle zorlayarak aşma, böylece İstanbul'a kavuşma isteği Avrupa büyük devletlerinin öteden beri özlemidir.
1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla İtilaf devletleri bu isteklerini gerçekleştirme fırsatının doğduğuna inandılar.
Bu inançla İngiltere ve Fransa işbirliği yaparak 3 Kasım 1914 günü alacakaranlıkta Bozcaada'dan Boğaz'ın ağzına doğru yaklaştılar. Buradan istihkamlarımıza doğru ateş açtılar,
İngilizler Seddülbahir ve Ertuğrul tabyalarını, Fransızlar da Anadolu yakasında Kumkale ve Orhaniye tabyalarını havantopu ile dövdüler.
Cephaneliğimize isabet eden top mermisiyle on bir ton barut havaya uçtu, subay ve erlerimiz şehit düştü,
İngiliz Donanma Komutanı Amiral Carden Çanakkale önlerinde gösteriler yaptı, düşman denizaltıları boğazı geçmeye kalktılar.
24 Kasım 1914 günü bir Fransız denizaltısı Boğaz sularında görüldü.
bu denizaltıyı gören topçularımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladı. 2 Aralık günü İngiliz denizaltısı da bir deneme yaptı. Derinden engelleri aşarak Boğaz'a girdi.
Yediyüzelli metre ilerde bulunan Mesudiye zırhlısına torpil atarak bu gemimizi batırdı. Zırhlımızda bulunan subaylardan on'u ve erlerimizden yirmi dördü şehit düştü.
19 Şubat 1915 günü düşman savaş gemileri öğleye kadar uzun menzilli bir bombardımana girişti. Boğaz'a iyice sokuldular. Tabyalarımız akşama doğru düşman savaş gemilerine karşılık verdi. Ertuğrul ve Orhaniye tabyalarından atılan ateş karşısında düşman oldukça bocaladı.
İtilaf devletleri gemileri diledikleri gibi ilerleyemiyor, amaçlarına ulaşamıyordu. Lodos fırtınasını başarısızlıklarının nedeni olarak görüyorlardı. Havalar düzelince yeni saldırılar düzenlendi.
Yine sonuç alınamayınca düşman gemilerine komuta eden Amiral Carden görevden alındı.
Yerine 17 Mart 1915 günü Robeck atandı.
Yeni komutan 18 Mart 1915 günü donanmayla Boğaz'a saldıracağını, yakında İstanbul'da olacağını Londra'ya bildirdi.
Bu arada Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Çobanlı 17/18 Mart gecesi boğaz'a mayın hattı döşenmesi emrini verdi.
Aldığı emir gereği Binbaşı Nazmi Bey Nusret Mayın gemisi ile o gece yirmi altı mayın, Boğaz'a on birinci hat olarak döşendi. Boğaz'daki mayın sayısı on bir hat olarak 400'ü aşmıştı.
18 Mart 1915: İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan, o dönemin en büyük deniz gücü, üç filo olarak sabahleyin Çanakkale Boğazı'na girdi.
Bu donanmanın ilk grubunu oluşturan filoda;
İngilizlerin Queen Elizabeth zırhlısı ile İnflexible, Lord Nelson ve Agamemnon savaş gemileri bulunuyordu.
İkinci grupta İngiliz Kalyon Kaptanı komutasında Ocean, İrresistible, Wengeance Majestic gibi savaş gemileri yer almıştı.
Üçüncü filo ise Prince, Bouvet, Suffren gibi Fransız savaş gemilerinden oluşuyordu.
İngilizler ve Fransızlar zayıf Türk savunmasını kolayca susturarak Boğaz'ı kolayca geçebileceklerim umuyorlardı.
Bu umut ve güvenle 18 Mart 1915 günü düşman savaş gemileri şiddetli bir ateşe başladılar.
Rumeli Mecidiyesiyle merkez bataryaları şiddetli bir ateşe tutuldu.
Boğazdaki düşman gemileri Hamidiye istihkamlarına yüklendi. Bunu gören Dardanos bataryaları ateşi üzerlerine çekmeye çalıştı.
Az sonra, tüm gemiler, Dardanos'a saldırdı. Dardanos tabyamız saldırılara şiddetle karşı koydu. Bu arada Mesudiye tabyası da ateşe başlamıştı. Mesudiye üzerine ateş açılınca Hamidiye onun yardımına koştu. Bu arada kıyı bataryalarımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladılar. Bunalan düşman kaçmak isterken topçu atışlarıyla karşılaşıyordu. Düşman gemilerine göz açtırılmıyordu. Karşılıklı bu korkunç bombardıman bir saat kadar sürdü. Bu karşılıklı bombardımanı bir yabancı yazar şöyle anlatıyor:
«İnsan manzarayı gözlerinin önünde canlandırabilir. Kaleler, toz duman bulutları içinde kaybolmuşlarda Yıkıntıların arasından arada bir alevler yükseliyordu. Gemiler, çevrelerinde fışkıran sayısız su sütunları arasında yavaş yavaş hareket ediyorlar, bazen duman ve serpintiler arasında iyice görünmez oluyorlardı. Tepelerden ateş eden havan toplarının alevleri görülüyor, ağır toplar yer sarsıntıları gibi gümbürdüyordu.»
Bombardıman sırasında Türk tabya ve bataryaları büyük zarar görmüştü. Amiral Robeck Fransız gemilerini geri çekerek İngiliz savaş gemilerini ileri sürdü.
Tam bu sırada müthiş patlamalar oldu. Bouvet ve Suffren savaş gemileri mayına çarparak sarsıldılar, manevra kabiliyetini kaybettiler.
Bir gece önce Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlar görevlerini yapmışlardı. Boğazın berrak sulan üzerinde bir dev gibi yatan Bouvet ve Suffren'e tarihi Hamidiye bataryamızın keskin nişancıları ateş açtılar.
Çanakkale Geçilmez kitabının yazarı Alan Moorehead olayı şöyle anlatıyor.
«Saat 13.45'de Suffren'in az gerisindeki Bouvet müthiş bir patlamayla sarsıldı. Güverteden göğe kesif bir duman yükseldi. Gittikçe hızlanarak yana yattı, devrilip gözden kayboldu. Olayı görenlerden birinin ifadesine göre «Bir tabak, suda nasıl kayıp giderse o da öylece kayıp gitti.»
Türk tabyaları, Boğaz'ı geçmeye çalışan düşman gemilerine durmadan ateş ettiler. Bu arada düşman Boğazdaki mayınları temizlemek için mayın tarayıcılarını boğaza soktu. Tabyalarımız mayın tarayıcılarına ateş açtılar. Açılan ateş yağmur gibi yağmaya başlayınca düşmanlar panik içinde kaçtılar. Bu arada düşman savaş gemilerinden İnflexible, İrressitible büyük hasar gördü.
Batanlar oldu. Daha sonra Queen Elisabeth ve Agamemnon yaralandı.
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı'nı denizden aşamadılar. Büyük kayıplar vererek: Çanakkale Boğazı'nın geçilemeyeceğini öğrendiler.
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı'nın savaş gemileri ile aşamayınca bu kez çıkarma yapmayı planladılar.
Artık Çanakkale kara savaşları başlıyordu.
Kara savaşında düşmanın nereden çıkarma yapabileceği tartışıldı. Mustafa Kemal Kabatepe ve Seddülbahir'den,
Alman komutan Von Sanders ise Bolayır ve Anadolu yakasından çıkarma yapılabileceği görüşündeydi.
Alman komutanı Von Sanders'in görüşü ağır bastı, ve askerler o yöreye yerleştirildi.
Düşman güçleri 25 Nisan 1915 sabahı Mustafa Kemal'in düşündüğü noktadan saldırdı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal Kocaçimen'de Conkbayır'da, savaştı. Cephanesi biten askerlere:
— Süngü tak emrini verdi. Daha sonra ; — «Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir» dedi.
Tarihin bu en büyük siper savaşı başlamıştı.
Siperler arası uzaklık sekiz on metre kadardı.
Türk siperlerinden hiçbir asker ayrılmıyordu.
Şehit düşenlerin yeri hemen dolduruluyordu.
Her adım başına bir mermi düşüyor; toprak adeta tüterek kaynıyordu.
Düşman dalgalar halinde Conkbayır'a doğru ilerliyordu. Bu arada Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına atandı.
Anafartalar Savaşı'nda düşmanın attığı şarapnel misketi Mustafa Kemal'in göğsüne isabet etti. Ancak cebindeki saate çarptığından bir şey olmadı.
Kısa sürede Türk ordusu her yerde büyük başarılar kazandı. Düşman şaşkına döndü, bozguna uğradı. Çanakkale kara savaşlarının en önemli cepheleri;
Kumkale, Beşike, Bolayır, Seddülbahir, Anbumu, Kabatepe, Conkbayırı ve Anafartalar'dır.
19 - 20 Aralıkta Anafartalar ve Arıburnu cephesi, 8 - 9 Ocak'ta Seddülbahir düşmanlar tarafından boşaltıldı.
Böylece 1915 baharında parlak umutlarla karaya ayak basan birleşik düşman ordusu 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gitti.
Çanakkale savaşlarında binlerce üzerinde askerimiz şehit düştü. Düşman kayıpları ise bu rakamın cok üstündedir.
Çanakkale savaşlarının unutulmaz kahramanı, Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal'in başarısı ilerde başlayacak Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın kaynağı oldu.
Bağımsızlığımızı savunmak, yurt topraklarımızı korumak için yapılan savaşlar kutsaldır. Çanakkale, Ulusal Kurtuluş Savaşımız kutsal destan savaşlara birer örnektir.
Monday, February 16, 2009
KIBRISLI ÇÖZÜM
Son zamanlarda çeşitli çevrelerin dile getirdiği "Kıbrıslı çözüm" ile "Ada'da çözümü Kıbrıslı Türklerin ve Rumlarının bulacağı" söylemleri, ilk anda kulağa çok hoş geliyor. Yenmesi, yutulması ve kanması kolay bir sözcükler dizisi aslında. Gerçekten de dâhiyane bir şekilde hazırlanmış.
Aslında buna, "Çok usturupluca hazırlanmış bir yutturmaca" dense daha doğru olacak.
Yavaş yavaş bu tanımlamanın gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı bile.
Görünen o ki, Kıbrıslı Türklere ve anavatanımız Türkiye'ye atılmak istenen bir başka kazığın habercisi, bu cicili bicili tanımlama.
Bu kulağa hoş gelen güzel başlığın ne demek olduğunun ilk ipucunu İngiliz İşçi Partisi Milletvekili ve "Friends of Cyprus" Derneği Başkan Yardımcısı Andrew Dismore verdi.
Hem de hiç farkına varmadan, bu tanımlamayla gerçekte ne demek istendiğini iyice açıkladı. Yaptığı hatayı anlasa ağzını açmazdı ama bir kere boş bulundu ve baklayı ağzından çıkardı.
İngiliz İşçi Partisi Milletvekili ve "Friends of Cyprus" Derneği Başkan Yardımcısı Andrew Dismore, "Kıbrıs, Yunanistan ve Türk Konuları Derneği" tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada "Kıbrıs'ın, yabancı ordulara gereksinimi olmayan bağımsız bir ülke" olduğunu ve bu nedenle de Kıbrıs'la ilgili Garanti Anlaşması'nın çağdışı kaldığını iddia ederek, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I: Garanti Anlaşmasına göre üç garantör devletten birisi olan İngiltere'nin garantörlük müessesesinin kaldırılmasına destek vermesi gerektiğini kaydetti.
Yani Dismore'a göre Garanti Anlaşması kalkmalı.
Peki bunu başka kimler dile getiriyor.
Rum Yönetimi Başkanı Hristofyas ve korosundaki solistler. Bazen hep birlikte, bazen de solo yaparak Garantilerin kaldırılmasını her fırsatta dile getiriyorlar.
Aynı şekilde Yunanistan Dış İşleri Bakanı Bayan Theodora Bakoyanni ve şürekası (Ortakları, destekçileri, işbirlikçileri manasındadır).
Hristofyas'a, Bakoyanni'ye ve Dismore'a göre Garantiler kalkmalı, hiç kimsenin ve hiçbir ülkenin Kıbrıs ile bağı olmamalı ve müzakereler sürecinde de dışarıdan hiç kimsenin müdahalesi olamadan Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar kendi aralarında, "Kıbrıslı Çözüm" bulmalı.
Felsefe bu ve barış yanlısı olsun veya olmasın, duyanların kulağına da çok hoş geliyor.
Buna paralel olarak da bir takım güdümlü kuruluşlar hemen, içinde garantörlük kavramının yer almadığı "BM ve AB ilkeleri, AB hukuku ve uluslar arası hukuka uygun bir çözüm" hedefi ile ada dışında çeşitli çalışmalar başlattılar.
Bunun somut örneklerinden bir tanesi, İsviçre'de Zürih Üniversitesi Doğrudan Demokrasi Araştırma Merkezi tarafından 2008 Şubat ayından itibaren "Kıbrıs için Bir Anayasa Konvansiyonu" başlığıyla bir Kıbrıs Anayasası hazırlanması çalışmalarının başlatılması.
Bir diğeri de 6-7 Nisan 2009 tarihlerinde Avrupa Siyaset Araştırmaları Merkezi tarafından Brüksel'de "Garanti ve Güvenlik" konusunun ele alınacağı bir toplantının düzenlenecek olması.
Her ne kadar kuruluşların birbirleri ile bağları olmasa da, bu toplantı İsviçre'de hazırlanmaya çalışılan Kıbrıs Anayasasının en can alıcı konusunu ele alacak ve mevcut "1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I: Garanti Anlaşması"nın revizyonunun mümkün olup olmadığının araştırılması hedefiyle, garantiler konusunda "BM ve AB ilkeleri, AB hukuku ve uluslar arası hukuka uygun" görüşler gündeme getirilecek.
Daha doğrusu, "Türkiye'nin Garantörlüğü, Türkiye'yi ve Kıbrıslı Türkleri incitmeden nasıl kaldırılır veya nasıl dayatılır"ın yolları aranacak.
Açık olan şu ki, Garantilerin kaldırılması bir oldu bittiye getirilmek istenmektedir.
Helen dünyası politikacılarının sık sık dile getirdiği ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına da dâhil edilen "Kıbrıslı çözüm" ile "Ada'da çözümü Kıbrıs Türk ve Rumlarının bulacağı" söylemleri, birinci adım olarak Türkiye'nin garantörlüğünün kaldırılarak ada ile bağının koparılmasını, ikinci adım olarak da Türkiye'nin Lozan Anlaşmasından kaynaklanan Kıbrıs üzerindeki hakları, yetkileri ve sorumluluklarının sona erdirilmesi hedefini taşımaktadır.
Dikkatli olmakta fayda var. Tuzak geliyorum demektedir.
Prof. Dr. Ata ATUN
Son zamanlarda çeşitli çevrelerin dile getirdiği "Kıbrıslı çözüm" ile "Ada'da çözümü Kıbrıslı Türklerin ve Rumlarının bulacağı" söylemleri, ilk anda kulağa çok hoş geliyor. Yenmesi, yutulması ve kanması kolay bir sözcükler dizisi aslında. Gerçekten de dâhiyane bir şekilde hazırlanmış.
Aslında buna, "Çok usturupluca hazırlanmış bir yutturmaca" dense daha doğru olacak.
Yavaş yavaş bu tanımlamanın gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı bile.
Görünen o ki, Kıbrıslı Türklere ve anavatanımız Türkiye'ye atılmak istenen bir başka kazığın habercisi, bu cicili bicili tanımlama.
Bu kulağa hoş gelen güzel başlığın ne demek olduğunun ilk ipucunu İngiliz İşçi Partisi Milletvekili ve "Friends of Cyprus" Derneği Başkan Yardımcısı Andrew Dismore verdi.
Hem de hiç farkına varmadan, bu tanımlamayla gerçekte ne demek istendiğini iyice açıkladı. Yaptığı hatayı anlasa ağzını açmazdı ama bir kere boş bulundu ve baklayı ağzından çıkardı.
İngiliz İşçi Partisi Milletvekili ve "Friends of Cyprus" Derneği Başkan Yardımcısı Andrew Dismore, "Kıbrıs, Yunanistan ve Türk Konuları Derneği" tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada "Kıbrıs'ın, yabancı ordulara gereksinimi olmayan bağımsız bir ülke" olduğunu ve bu nedenle de Kıbrıs'la ilgili Garanti Anlaşması'nın çağdışı kaldığını iddia ederek, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I: Garanti Anlaşmasına göre üç garantör devletten birisi olan İngiltere'nin garantörlük müessesesinin kaldırılmasına destek vermesi gerektiğini kaydetti.
Yani Dismore'a göre Garanti Anlaşması kalkmalı.
Peki bunu başka kimler dile getiriyor.
Rum Yönetimi Başkanı Hristofyas ve korosundaki solistler. Bazen hep birlikte, bazen de solo yaparak Garantilerin kaldırılmasını her fırsatta dile getiriyorlar.
Aynı şekilde Yunanistan Dış İşleri Bakanı Bayan Theodora Bakoyanni ve şürekası (Ortakları, destekçileri, işbirlikçileri manasındadır).
Hristofyas'a, Bakoyanni'ye ve Dismore'a göre Garantiler kalkmalı, hiç kimsenin ve hiçbir ülkenin Kıbrıs ile bağı olmamalı ve müzakereler sürecinde de dışarıdan hiç kimsenin müdahalesi olamadan Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar kendi aralarında, "Kıbrıslı Çözüm" bulmalı.
Felsefe bu ve barış yanlısı olsun veya olmasın, duyanların kulağına da çok hoş geliyor.
Buna paralel olarak da bir takım güdümlü kuruluşlar hemen, içinde garantörlük kavramının yer almadığı "BM ve AB ilkeleri, AB hukuku ve uluslar arası hukuka uygun bir çözüm" hedefi ile ada dışında çeşitli çalışmalar başlattılar.
Bunun somut örneklerinden bir tanesi, İsviçre'de Zürih Üniversitesi Doğrudan Demokrasi Araştırma Merkezi tarafından 2008 Şubat ayından itibaren "Kıbrıs için Bir Anayasa Konvansiyonu" başlığıyla bir Kıbrıs Anayasası hazırlanması çalışmalarının başlatılması.
Bir diğeri de 6-7 Nisan 2009 tarihlerinde Avrupa Siyaset Araştırmaları Merkezi tarafından Brüksel'de "Garanti ve Güvenlik" konusunun ele alınacağı bir toplantının düzenlenecek olması.
Her ne kadar kuruluşların birbirleri ile bağları olmasa da, bu toplantı İsviçre'de hazırlanmaya çalışılan Kıbrıs Anayasasının en can alıcı konusunu ele alacak ve mevcut "1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I: Garanti Anlaşması"nın revizyonunun mümkün olup olmadığının araştırılması hedefiyle, garantiler konusunda "BM ve AB ilkeleri, AB hukuku ve uluslar arası hukuka uygun" görüşler gündeme getirilecek.
Daha doğrusu, "Türkiye'nin Garantörlüğü, Türkiye'yi ve Kıbrıslı Türkleri incitmeden nasıl kaldırılır veya nasıl dayatılır"ın yolları aranacak.
Açık olan şu ki, Garantilerin kaldırılması bir oldu bittiye getirilmek istenmektedir.
Helen dünyası politikacılarının sık sık dile getirdiği ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına da dâhil edilen "Kıbrıslı çözüm" ile "Ada'da çözümü Kıbrıs Türk ve Rumlarının bulacağı" söylemleri, birinci adım olarak Türkiye'nin garantörlüğünün kaldırılarak ada ile bağının koparılmasını, ikinci adım olarak da Türkiye'nin Lozan Anlaşmasından kaynaklanan Kıbrıs üzerindeki hakları, yetkileri ve sorumluluklarının sona erdirilmesi hedefini taşımaktadır.
Dikkatli olmakta fayda var. Tuzak geliyorum demektedir.
Prof. Dr. Ata ATUN
Saturday, February 14, 2009
Monday, February 2, 2009
İSTİKLAL
TÜRK'ün HAYSİYET ve İZZETİNEFİS ve KAABİLİYET'i çok yüksek ve büyüktür... Böyle bir millet ESİR yaşamaktansa, mahvolsun, evladır!.. Binaenaleyh YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM!..
(Mayıs 1919) Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
**************************************
Biz bu satırları yazmaktan utanıyoruz... Bu kadar AÇIK ifadeleri tekrar "açıklamak" zorunda kaldığımız için üzülüyoruz!...
Ama 1938'den beri "İSTİKLAL'in tek alternatifinin ÖLÜM olduğunu" dile getiren bir tek devlet adamına rastlamadık!.. Adım adım gerilediğimiz, burç burç kaybettiğimiz ve artık son mevzilerine geldiğimiz İSTİKLAL kalemizi savunacak bir tek parti, bir tek siyasi kurum kalmadı!.. Etrafı Amerikan, Avrupa Birliği, Arap mandacıları sardı!.. ORDU'muzun inançlı kadrosu ile MİLLET'imizden başka güvendiğimiz kimse yok!..
Onlara hitap ediyoruz!.. ATATÜRK'ün bu sözleri ile; radyoda, televizyonda konuşulanları, gazete sayfalarında yazılanları karşılaştırsınlar... Arada ne büyük bir fark olduğunu, 1938'den bu yana hangi noktaya geldiğimizi dehşet ve ibret içinde farkedeceklerdir... Onlardan bu gidişle ÖLESİYE MÜCADELE etmelerini bekliyoruz. Bilhassa son derece yanlış bir eğitimin kurbanı olan YENİ NESİLLER'i, TÜRK GENÇLİĞİ'ni uyanmaya davet ediyoruz!..
ATATÜRK, TÜRK MİLLETİ'ne TAM İSTİKLAL'den başkasını layık görmez... Ne "Küçük Amerika-Büyük Türkiye" palavraları... ne "zenginlik-refah" vaatleri... ne "demokrasi-insan hakları" teraneleri... ne "dünyayla bütünleşiyoruz-Avrupalı oluyoruz" iddiaları... ne de "sivil toplum-temiz toplum" hayalleri İSTİKLAL'in bedeli olamaz!.. TAM İSTİKLAL, ANCAK ÖLÜM İLE DEĞİŞ-TOKUŞ EDİLEBİLİR!..
Çünkü TÜRK MİLLETİ, başkalarında olmayan bir HAYSİYET, İZZET-İ NEFİS ve KAABİLİYET'in sahibidir!.. Yüce TÜRK MİLLETİ fakir kalabilir, başkalarından soyutlanabilir, saldırıya uğrayabilir, ama bunlar İSTİKLAL'inden vazgeçmesi için sebep değildir. Bunlar son 1500 yılda pek çok kere başına gelmiş, TÜRK diyar diyar dolaşmak zorunda kalmış, ama bir kere dahi boyun eğmemiştir!..
Ondaki bu HAYSİYET, İZZET-İ NEFİS ve KAABİLİYET'i çok iyi farketmiş olan ATATÜRK; başkalarının kuyruğuna takılmış, "uşak" haline gelmiş bir millet görmektense, onun YOK olmasını tercih eder!..
Elbette ki burada bir incelik vardır: ÖLÜMÜ GÖZE ALMIŞ HİÇ BİR MİLLET, ALT EDİLEMEZ!.. Yeter ki, kendine başka bir alternatif tanımasın!.. TÜRKLER'in 7 düvele karşı son zaferi bir yana; VİYETNAM ABD'yi böyle yendi, AFGANİSTAN Sovyetler'i böyle yendi, ve ÇEÇENİSTAN, ve IRAK böyle yenecektir!
Bizler için önce TÜRK olduğunu İDRAK etmek, sonra TÜRK MİLLETİ'nin vasıflarına sarılmak gerekir... Bunlar da DİN, DİL ve ORDU'dur... Her TÜRK, ASKER doğar, ASKER ölür... TAM İSTİKLAL ancak böyle bir MİLLET için söz konusudur. ORDU veya ASKER eğer MİLLÎ değilse, İSTİKLAL'den bahsetmez olurlar!
Fertlerin, toplulukların, hatta aşiretlerin İSTİKLAL'inden söz edilemez... Onlar ancak HÜR ve SERBEST olma arzusu taşırlar, o kadar!
Onun içindir ki, ilk önce MİLLET'imizi diğer milletlerden ayıran vasıflarımız üzerinde durduk. Çünkü TAM İSTİKLAL bu vasıflar bilinmeden kazanılmaz, ve ancak bu vasıfların korunması, sürdürülmesi ile varlığı mümkündür!
Yine ATATÜRK diyor ki, "Bizim üstlendiğimiz görevin özü, temeli TAM İSTİKLAL'i sağlamaktır!"... Demek ki, ATATÜRKÇÜLÜĞÜN TEMELİ TAM İSTİKLAL'dir!.. Mandacılık, uşaklık, taklitçilik, yamanma, çanak yalama değildir.
Onun içindir ki biz, TÜRK MİLLETİ'ni kendisinden başkasına bel bağlamış hale getirmeye çalışanların hiç birini, ATATÜRKÇÜ saymayız... Çünkü onlar konunun RUH'una vakıf değildirler... ATATÜRKÇÜ'lüğün İSTİKLAL ile başlayıp, İSTİKLAL ile bittiğini farkedememişlerdir!..
>>>DEVAM EDECEK<<<
--
Özkan BOSTANCI
TÜRK'ün HAYSİYET ve İZZETİNEFİS ve KAABİLİYET'i çok yüksek ve büyüktür... Böyle bir millet ESİR yaşamaktansa, mahvolsun, evladır!.. Binaenaleyh YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM!..
(Mayıs 1919) Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
**************************************
Biz bu satırları yazmaktan utanıyoruz... Bu kadar AÇIK ifadeleri tekrar "açıklamak" zorunda kaldığımız için üzülüyoruz!...
Ama 1938'den beri "İSTİKLAL'in tek alternatifinin ÖLÜM olduğunu" dile getiren bir tek devlet adamına rastlamadık!.. Adım adım gerilediğimiz, burç burç kaybettiğimiz ve artık son mevzilerine geldiğimiz İSTİKLAL kalemizi savunacak bir tek parti, bir tek siyasi kurum kalmadı!.. Etrafı Amerikan, Avrupa Birliği, Arap mandacıları sardı!.. ORDU'muzun inançlı kadrosu ile MİLLET'imizden başka güvendiğimiz kimse yok!..
Onlara hitap ediyoruz!.. ATATÜRK'ün bu sözleri ile; radyoda, televizyonda konuşulanları, gazete sayfalarında yazılanları karşılaştırsınlar... Arada ne büyük bir fark olduğunu, 1938'den bu yana hangi noktaya geldiğimizi dehşet ve ibret içinde farkedeceklerdir... Onlardan bu gidişle ÖLESİYE MÜCADELE etmelerini bekliyoruz. Bilhassa son derece yanlış bir eğitimin kurbanı olan YENİ NESİLLER'i, TÜRK GENÇLİĞİ'ni uyanmaya davet ediyoruz!..
ATATÜRK, TÜRK MİLLETİ'ne TAM İSTİKLAL'den başkasını layık görmez... Ne "Küçük Amerika-Büyük Türkiye" palavraları... ne "zenginlik-refah" vaatleri... ne "demokrasi-insan hakları" teraneleri... ne "dünyayla bütünleşiyoruz-Avrupalı oluyoruz" iddiaları... ne de "sivil toplum-temiz toplum" hayalleri İSTİKLAL'in bedeli olamaz!.. TAM İSTİKLAL, ANCAK ÖLÜM İLE DEĞİŞ-TOKUŞ EDİLEBİLİR!..
Çünkü TÜRK MİLLETİ, başkalarında olmayan bir HAYSİYET, İZZET-İ NEFİS ve KAABİLİYET'in sahibidir!.. Yüce TÜRK MİLLETİ fakir kalabilir, başkalarından soyutlanabilir, saldırıya uğrayabilir, ama bunlar İSTİKLAL'inden vazgeçmesi için sebep değildir. Bunlar son 1500 yılda pek çok kere başına gelmiş, TÜRK diyar diyar dolaşmak zorunda kalmış, ama bir kere dahi boyun eğmemiştir!..
Ondaki bu HAYSİYET, İZZET-İ NEFİS ve KAABİLİYET'i çok iyi farketmiş olan ATATÜRK; başkalarının kuyruğuna takılmış, "uşak" haline gelmiş bir millet görmektense, onun YOK olmasını tercih eder!..
Elbette ki burada bir incelik vardır: ÖLÜMÜ GÖZE ALMIŞ HİÇ BİR MİLLET, ALT EDİLEMEZ!.. Yeter ki, kendine başka bir alternatif tanımasın!.. TÜRKLER'in 7 düvele karşı son zaferi bir yana; VİYETNAM ABD'yi böyle yendi, AFGANİSTAN Sovyetler'i böyle yendi, ve ÇEÇENİSTAN, ve IRAK böyle yenecektir!
Bizler için önce TÜRK olduğunu İDRAK etmek, sonra TÜRK MİLLETİ'nin vasıflarına sarılmak gerekir... Bunlar da DİN, DİL ve ORDU'dur... Her TÜRK, ASKER doğar, ASKER ölür... TAM İSTİKLAL ancak böyle bir MİLLET için söz konusudur. ORDU veya ASKER eğer MİLLÎ değilse, İSTİKLAL'den bahsetmez olurlar!
Fertlerin, toplulukların, hatta aşiretlerin İSTİKLAL'inden söz edilemez... Onlar ancak HÜR ve SERBEST olma arzusu taşırlar, o kadar!
Onun içindir ki, ilk önce MİLLET'imizi diğer milletlerden ayıran vasıflarımız üzerinde durduk. Çünkü TAM İSTİKLAL bu vasıflar bilinmeden kazanılmaz, ve ancak bu vasıfların korunması, sürdürülmesi ile varlığı mümkündür!
Yine ATATÜRK diyor ki, "Bizim üstlendiğimiz görevin özü, temeli TAM İSTİKLAL'i sağlamaktır!"... Demek ki, ATATÜRKÇÜLÜĞÜN TEMELİ TAM İSTİKLAL'dir!.. Mandacılık, uşaklık, taklitçilik, yamanma, çanak yalama değildir.
Onun içindir ki biz, TÜRK MİLLETİ'ni kendisinden başkasına bel bağlamış hale getirmeye çalışanların hiç birini, ATATÜRKÇÜ saymayız... Çünkü onlar konunun RUH'una vakıf değildirler... ATATÜRKÇÜ'lüğün İSTİKLAL ile başlayıp, İSTİKLAL ile bittiğini farkedememişlerdir!..
>>>DEVAM EDECEK<<<
--
Özkan BOSTANCI
Thursday, January 1, 2009
Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin'le İlişkisi
İngilizlerin kuklası olan Sultan Vahdettin, bir süre sonra, Mustafa Kemal Paşa'ya olağanüstü yetkiler verip Anadolu'ya göndermesinin ne denli büyük bir hata olduğunu algılamış, onun Persona non grata / İstenmeyen insan olduğunu Sadrazam Damat Ferit Paşa ile Dahiliye Nazırı Adil Bey'e bildirerek, Paşa'nın derdest edilip İstanbul'a gönderilmesini buyurmuştu.
Son yıllarda Atatürk'le ilgili aslı faslı olmayan bilgiler Türk halkına sunuluyor. Bu kasıtlı safsatalarla halkın Atatürk'ü yanlış algılaması amaçlanıyor. Bütün bunlar bu konuda düşüncelerimi yazmaya yöneltti.
Atatürk'le ilgili, pek bilinmeyen, görüş ve düşüncelerini içerdiği için aşağıda, Mehmet Tevfik Bey'in (Biren; 1867-1956) hatıralarından alıntılar yapacağım. Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı hükümetinin son döneminde aslen ve İstanbul hükümetinin sona erdiği 2 Kasım 1923'e kadar vekAleten Maliye NAzırlığı'nı ifa etmiş; TBMM hükümetince emekliye sevk edildikten sonra, 1943 yılına dek Yüksek Mühendis Mektebi'nde ordinaryüs profesör karşılığımüderris unvanıyla iktisat ve idare hukuku derslerini vermiş bir bilim ve siyaset insanı. Siyasetin hiçbir oyununa gelmeyen, bir ihtisas adamı olarak kalmayı tercih eden bir insan.
Büyükbabamla olan işleri dolayısıyla her karşılaşmamızda bende hayranlık duygusu uyandıran ve beni etkileyen bir örnek insan. Özellikle, gerçek devlet adamı olmak isteyenlerin, Tevfik Bey'in hatıralarını okumalarını salık veririm.
Ölümünden sonra torunu Rezan Hürmen Hanım tarafından derlenip yayımlanması sağlanan hatıralarında (Bir Devlet Adamının, Mehmet Tevfik Bey'in (Biren), II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, Arma Yayınevi, iki cilt, İstanbul, 1993.) Mehmet Tevfik Bey, yakın tarihimizin bulanık bilinen kimi olaylarını gerçekçi bir yaklaşımla yazmış; II. Abdülhamit, Vahdettin ve Mustafa Kemal Paşa hakkında nesnel değerlendirmelerde bulunmuş. Örnekse, Mustafa Kemal Paşa için yaptığı bazı tespitleri şöyledir: " 1919 Mayıs ayı ibtidalarında VükelA Meclisinde müzakere olunan işlerden biri de Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğine tAyini ve kendisine verilmek üzere, müsveddesi evvelden hazırlanmış olan talimatnamenin mütelaa ve tetkiki olmuştu.
Ben Mustafa Kemal Paşa'yı yakından tanımak şerefine nail olmuş değildim . ¦. sadece Anafartalar'daki büyük muvaffakiyetini zamanında bittab duymuş ve İttihad ve Terakki'ye mensub olan bir dostumdan senAsını işitmiştimâ bu kadar yetersiz malumat, Paşa'nın günün birinde Avrupalı düşmanlarımızın planlarını alt üst ve Cumhuriyet idaresi tesis edebileceği tasavvur ve tahayyüllerde bulunmak için kafi değildi.
Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğine tayinini ben o zaman pek tabii görmüş, sadece kendisine verilmek istenen talimatnamenin Paşa'ya vAlilere emirler vermek selahiyetine tazammum edişini garip bulmuştum Hasılı karar verildi ve Mustafa Kemal Paşa'nın memuriyetine mutazammın irade 30 Nisan 1919'da sadır oldu. İşin içyüzüne çok sonra vakıf oldum. Mevzuubahis talimatnanameyi bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın tertib ve teklif eylediğini, Ordu müfettişliğini, İstanbul'da bir müddetten beri hazırlamakta olduğu planın tatbiki için kabul ettiğini ve hatta Harbiye Nezaretine getirilmek istendiği halde, ordu müfettişliği ile Anadolu'ya gitmeyi tercih ve iltizam eylemiş bulunduğunu duydum. Mustafa Kemal Paşa'nın Harbiye NAzırlığı ile, hatta Sadrazamlıkla İstanbul'da kalması, yaptığı büyük işleri muvaffakiyetle tamamlayabilmesine imkAn vermeyebilirdi. Vakıa Anadolu'daki faaliyetinin o kadar büyük bir zaferle neticeleneceği o sırada ümit ve tasavvur edilemezdi, lakin ne olursa olsunAnadolu'da faydalı işler görebileceği muhakkaktıâ” (Cilt: 2, ss. 170- 4.)
"Aynı gün (19 Mayıs 1919 kastediliyor) Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıkmıştı, lAkin biz bu günün ne derecede tarihî bir ehemmiyete haiz olacağını tabii ki henüz hatır ve hayalimizden dahi geçiremiyorduk" (Cilt: 2, s. 183, dipnot.)
İngilizlerin kuklası Öte yandan, İngilizlerin kuklası olan Sultan Vahdettin, bir süre sonra, Mustafa Kemal Paşa'ya olağanüstü yetkiler verip Anadolu'ya göndermesinin ne denli büyük bir hata olduğunu algılamış, onun Persona non grata / İstenmeyen insanolduğunu Sadrazam Damat Ferit Paşa ile Dahiliye Nazırı Adil Bey'e bildirerek, Paşa'nın der-dest edilip İstanbul'a gönderilmesini buyurmuştu. (Cilt: 2, ss. 255-7.) Tevfik Biren Bey, Vahdettin hakkında da şöyle yazıyor: " Damat Ferit Paşa'yı sadarete getirip bu adamı şidettle iltizamda ısrar etmesi, kendisinde var olduğunu tasavvur ettiğim dirayetle hiç kabil-i telif değildi. Vakıa zekAsı Sultan Hamid'in malul, lAkin esasen çok yüksek zekası kadarolmamakla beraber, diğer bütün şehzadelerin, muhtemelen hepsinden üstün ve delilikten tamamen salim görünüyordu. Ne faide ki, kötü bir mizacın tesiri altında bulunan bir zekA, menfi neticeler tevlit etmekten hiç hala kalmıyor." (Cilt: 2, s. 160.)
Örgütlenme yeteneği Herhangi bir insani eylemin sonuçları gelecekle ilgilidir. Gelecek ise belirsizdir. Önceden tam doğrulukla, kesinlikle belirlenemez; sadece kestirilebilir (öndeyi, prediction). Nihai gerçeği hiçbir zaman bilemeyiz. Bu yüzden risk ya da tehlike, anılan belirsizliğin doğal sonucudur. Tüm insani etkinliklerin, planlamaların, tasarımların yapısında kendiliğinden kaçınılmaz biçimde var olan gizil (potansiyel) bir unsurdur. Şu halde, olabilir eylemlerden birininseçilmesi ve gerçekleşmesine karar verilmesi, onunla ilgili riskin göze alınması anlamına gelir.
Bütün bunların bilincinde olan Mustafa Kemal Paşa, günün siyasal durumunu (konjonktür) değerlendirdi ve eyleme geçti. Olağanüstü bir örgütleme yeteğine sahipti. Yer yer düşmana karşı direnen halkı örgütledi ve yönlendirdi, düzenli bir ordu kurdu ve savaş başladı. Bize karşı konulmaz düşüncesindeydi düşman. Ama bir insan karşı konulmaz olana karşı çıkmadıkça, onun ne denli karşı konulmaz olduğunu nasıl bilebilir. Riski göze aldı, karşı konulmazakarşı konulabileceğini gösterdi.
Bağımsızlık Savaşı kazanıldı. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Yazıyı sona erdirdiğim zaman şu soru geldi aklıma: Bugün cumhurbaşkanı ve başbakan Atatürk sayesinde o koltuklarında oturduklarını biliyorlar mı acaba?
Altay GÜNDÜZ Prof. Y. Müh. İTÜ, YTÜ E. Öğretim Üyesi
Son yıllarda Atatürk'le ilgili aslı faslı olmayan bilgiler Türk halkına sunuluyor. Bu kasıtlı safsatalarla halkın Atatürk'ü yanlış algılaması amaçlanıyor. Bütün bunlar bu konuda düşüncelerimi yazmaya yöneltti.
Atatürk'le ilgili, pek bilinmeyen, görüş ve düşüncelerini içerdiği için aşağıda, Mehmet Tevfik Bey'in (Biren; 1867-1956) hatıralarından alıntılar yapacağım. Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı hükümetinin son döneminde aslen ve İstanbul hükümetinin sona erdiği 2 Kasım 1923'e kadar vekAleten Maliye NAzırlığı'nı ifa etmiş; TBMM hükümetince emekliye sevk edildikten sonra, 1943 yılına dek Yüksek Mühendis Mektebi'nde ordinaryüs profesör karşılığımüderris unvanıyla iktisat ve idare hukuku derslerini vermiş bir bilim ve siyaset insanı. Siyasetin hiçbir oyununa gelmeyen, bir ihtisas adamı olarak kalmayı tercih eden bir insan.
Büyükbabamla olan işleri dolayısıyla her karşılaşmamızda bende hayranlık duygusu uyandıran ve beni etkileyen bir örnek insan. Özellikle, gerçek devlet adamı olmak isteyenlerin, Tevfik Bey'in hatıralarını okumalarını salık veririm.
Ölümünden sonra torunu Rezan Hürmen Hanım tarafından derlenip yayımlanması sağlanan hatıralarında (Bir Devlet Adamının, Mehmet Tevfik Bey'in (Biren), II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, Arma Yayınevi, iki cilt, İstanbul, 1993.) Mehmet Tevfik Bey, yakın tarihimizin bulanık bilinen kimi olaylarını gerçekçi bir yaklaşımla yazmış; II. Abdülhamit, Vahdettin ve Mustafa Kemal Paşa hakkında nesnel değerlendirmelerde bulunmuş. Örnekse, Mustafa Kemal Paşa için yaptığı bazı tespitleri şöyledir: " 1919 Mayıs ayı ibtidalarında VükelA Meclisinde müzakere olunan işlerden biri de Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğine tAyini ve kendisine verilmek üzere, müsveddesi evvelden hazırlanmış olan talimatnamenin mütelaa ve tetkiki olmuştu.
Ben Mustafa Kemal Paşa'yı yakından tanımak şerefine nail olmuş değildim . ¦. sadece Anafartalar'daki büyük muvaffakiyetini zamanında bittab duymuş ve İttihad ve Terakki'ye mensub olan bir dostumdan senAsını işitmiştimâ bu kadar yetersiz malumat, Paşa'nın günün birinde Avrupalı düşmanlarımızın planlarını alt üst ve Cumhuriyet idaresi tesis edebileceği tasavvur ve tahayyüllerde bulunmak için kafi değildi.
Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğine tayinini ben o zaman pek tabii görmüş, sadece kendisine verilmek istenen talimatnamenin Paşa'ya vAlilere emirler vermek selahiyetine tazammum edişini garip bulmuştum Hasılı karar verildi ve Mustafa Kemal Paşa'nın memuriyetine mutazammın irade 30 Nisan 1919'da sadır oldu. İşin içyüzüne çok sonra vakıf oldum. Mevzuubahis talimatnanameyi bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın tertib ve teklif eylediğini, Ordu müfettişliğini, İstanbul'da bir müddetten beri hazırlamakta olduğu planın tatbiki için kabul ettiğini ve hatta Harbiye Nezaretine getirilmek istendiği halde, ordu müfettişliği ile Anadolu'ya gitmeyi tercih ve iltizam eylemiş bulunduğunu duydum. Mustafa Kemal Paşa'nın Harbiye NAzırlığı ile, hatta Sadrazamlıkla İstanbul'da kalması, yaptığı büyük işleri muvaffakiyetle tamamlayabilmesine imkAn vermeyebilirdi. Vakıa Anadolu'daki faaliyetinin o kadar büyük bir zaferle neticeleneceği o sırada ümit ve tasavvur edilemezdi, lakin ne olursa olsunAnadolu'da faydalı işler görebileceği muhakkaktıâ” (Cilt: 2, ss. 170- 4.)
"Aynı gün (19 Mayıs 1919 kastediliyor) Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıkmıştı, lAkin biz bu günün ne derecede tarihî bir ehemmiyete haiz olacağını tabii ki henüz hatır ve hayalimizden dahi geçiremiyorduk" (Cilt: 2, s. 183, dipnot.)
İngilizlerin kuklası Öte yandan, İngilizlerin kuklası olan Sultan Vahdettin, bir süre sonra, Mustafa Kemal Paşa'ya olağanüstü yetkiler verip Anadolu'ya göndermesinin ne denli büyük bir hata olduğunu algılamış, onun Persona non grata / İstenmeyen insanolduğunu Sadrazam Damat Ferit Paşa ile Dahiliye Nazırı Adil Bey'e bildirerek, Paşa'nın der-dest edilip İstanbul'a gönderilmesini buyurmuştu. (Cilt: 2, ss. 255-7.) Tevfik Biren Bey, Vahdettin hakkında da şöyle yazıyor: " Damat Ferit Paşa'yı sadarete getirip bu adamı şidettle iltizamda ısrar etmesi, kendisinde var olduğunu tasavvur ettiğim dirayetle hiç kabil-i telif değildi. Vakıa zekAsı Sultan Hamid'in malul, lAkin esasen çok yüksek zekası kadarolmamakla beraber, diğer bütün şehzadelerin, muhtemelen hepsinden üstün ve delilikten tamamen salim görünüyordu. Ne faide ki, kötü bir mizacın tesiri altında bulunan bir zekA, menfi neticeler tevlit etmekten hiç hala kalmıyor." (Cilt: 2, s. 160.)
Örgütlenme yeteneği Herhangi bir insani eylemin sonuçları gelecekle ilgilidir. Gelecek ise belirsizdir. Önceden tam doğrulukla, kesinlikle belirlenemez; sadece kestirilebilir (öndeyi, prediction). Nihai gerçeği hiçbir zaman bilemeyiz. Bu yüzden risk ya da tehlike, anılan belirsizliğin doğal sonucudur. Tüm insani etkinliklerin, planlamaların, tasarımların yapısında kendiliğinden kaçınılmaz biçimde var olan gizil (potansiyel) bir unsurdur. Şu halde, olabilir eylemlerden birininseçilmesi ve gerçekleşmesine karar verilmesi, onunla ilgili riskin göze alınması anlamına gelir.
Bütün bunların bilincinde olan Mustafa Kemal Paşa, günün siyasal durumunu (konjonktür) değerlendirdi ve eyleme geçti. Olağanüstü bir örgütleme yeteğine sahipti. Yer yer düşmana karşı direnen halkı örgütledi ve yönlendirdi, düzenli bir ordu kurdu ve savaş başladı. Bize karşı konulmaz düşüncesindeydi düşman. Ama bir insan karşı konulmaz olana karşı çıkmadıkça, onun ne denli karşı konulmaz olduğunu nasıl bilebilir. Riski göze aldı, karşı konulmazakarşı konulabileceğini gösterdi.
Bağımsızlık Savaşı kazanıldı. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Yazıyı sona erdirdiğim zaman şu soru geldi aklıma: Bugün cumhurbaşkanı ve başbakan Atatürk sayesinde o koltuklarında oturduklarını biliyorlar mı acaba?
Altay GÜNDÜZ Prof. Y. Müh. İTÜ, YTÜ E. Öğretim Üyesi
Subscribe to:
Posts (Atom)